Perşembe, Kasım 17, 2011

( )

"...
Ufacık meyhaneler vardı daracık sokaklarda
Buna Armenak içerdi.

(İçmek! şimdi hep birden neyi deneyelim
Neyi
Sen, tanrıtanımaz kalabalık, büyük ağlamak
Dengesiz yokluk
Yerini bulamamak.
Seni mi, neyi?

Bir akşamüstü kıyılara çıkmıştık, şöyle bir durmak ne güzeldi
Bir pencere açıldı
Bir bardak ekşi erik rakısı içildi
Sanki bir defaya mahsus olmak üzere dünyaya bakıldı. Sonra
Balkonlar eski rengine boyandı ve güneş gözlükleri
Çıkarıldı
Yeryüzü anlatıldı, dinledik
Karışık olduk bir süre. Gözlerimizi
Sallantılı bir denize bırakır gibi içimize bıraktık
Sandallar bir yükü boşalttılar yani
Bir kenti boşalttılar, eviçlerinin
Karışık, durmaz halini

Sonsuzduk. Bir sonsuz adam denirse bize
Ve çılgın bir gemicinin diliyle söylersek
Küçücük bir seren direğinden kocaman
Dünyamız görünürdü.

Sonra her şey birdenbire çirkin, birdenbire çirkin, birdenbire
Çirkindi
Bozuldu bir akşamüstü kıyılara çıkmak çünkü
Eller bir soğuk el resmine girip dondular.
Ay çürüdü
Her şey bir hizada kaldı, bütün eşyaları kaldırdılar
O kaldı
Bir o kaldı: gelişen korku.

Yani kutsal kitaplardaki değil ve çağdaş felsefedeki
Seçkin bir dili abartırkenki görkemli
Bir korku değil
Değil de, ne Romalı bir köleninki
Ne engizisyon mahkemelerindeki, ne de
Barışsever bir yahudinin
Avlanırken duyduğu
Bir korku değil bu.
Ve bütün insan avlarında duyulan
Konuşmaya ya da teleşlanmaya
Hiç mi hiç vakit bırakmadan
Tüyler, anılar bir daha yaşasın, bırakmadan
Kocaman bir "vur!" sesi
Var ya
O bile değil.

Gelişen bir korku bu yalnız
Umudu,umutsuzluğu
Bir anlam getiren
Anlamsız bir soy olma korkusu

İçmek! şimdi hep birden neyi deneyelim
Neyi
Yalnız kaldık, yalnızlığımız bizim çok büyüdü
Dünya ayaklarımızdaydı galiba. Ellerimiz
Acılı bir şekilde gökyüzüne takılı
Ve nasıl benziyordu her şey ki baktığımız
Bir cambazhanenin kurumuş bir çıkartma gibi
Serili her şeyine
İşte burada diyebiliriz ki bay yargıç
İçmek çok yeni bir metafizikti
Öyleydi
Size günlerimizi gösterelim, geceleri
Yırtıcı kuşlarımızı ve örümceklerimizi
Didik didik edildiğini gövdemizin bay yargıç
Ah öyle değil
İçmek burada çok yeni bir metafizikti
Getiren cehennemini birlikte
Baş eğmez, ama yılgın bizleri
Cezalandıran
Yapayalnız kalmaktaki eylemimizi
Suçluyan bir metafizikti alkol
Öyleydi.
Ve yaşam söylemekti bay yargıç
Bilip de söyleyemediklerimizi
Eski bir umut kadar eskidik. V eski
Yaralarımızı gösterelim size, çürüklerimizi.

Koparılmış tırnaklarımızı bay yargıç
O soğuk karanlıklardan soğuk
Artakalan gözlerimizi
Ah öyle değil
Çünkü eski bir toplumbilimdi yargılanmak
Ve eski
Bir cehennemi uygulamaktı bizlere
Baş eğmez, ama yorgun bizlere.

İçmek! şimdi hep birden neyi deneyelim
Neyi
Yangınsız, cehennemsiz
Bir ölüm mü kalıyor sanki geriye
Oysa ölüm çok eski bir metafiziktir bay yargıç
Ve garip bir şekilde kirlenmenin
Adıdır ölüm
Sonra soğuk ve eski
Ve sonsuz bir dilekçenin
Altındaki pullar gibidir
İmzası görünmezse çürümüş iskeletlerimizin.)
..."

Edip Cansever
(Tragedyalar, V)

Çarşamba, Kasım 02, 2011

"Anonim türkü: Bir insan nasıl terörist olur?"

Bir süredir ayrıyım blogdan. Yazacak mecalim yok..

Fakat aşağıdaki yazıyı paylaşmak; görmeyen olursa belki burada görüp okur diye dikkat çekmek istedim. En kısa zamanda bir İngilizce çevirisini yapmak ve yine burada yayımlamak niyetindeyim.
Ezgi Başaran'ın "Anonim türkü: Bir insan nasıl terörist olur?" başlıklı yazısı... Radikal Gazetesi'nin 02 Kasım 2011 tarihli basımından alınmıştır ve aslına buraya tıklayarak ulaşılabilir..

Anonim türkü: Bir insan nasıl terörist olur?

EZGİ BAŞARAN

Anlatacağım hikâyenin çok benzerlerini, aynı öfke ve bıkkınlıkla KCK
tutukluları Prof. Büşra Ersanlı, Ragıp ve Deniz Zarakolu için okuyacaksınız.


"Otur!" "Aç gözünü aç, iyice aç, öylece o deliğe bak"... "Teyze
yapamıyorsun, gelip ben mi parmaklayayım gözünü! İyice aç diyorum sana!"
Sözleri duyuyorum da, geldiği yana bakmıyorum. Oğlunu ziyaret etmek için
gelen yaşlı kadının ne yapacağını şaşırmış, titrek halini görmemek için.
Cezaevine gelen tutuklu yakınlarına potansiyel suçlu muamelesi yapan o
berbat görevliyi görmemek için. Bakmıyorum.
Sincan Cezaevi L Tipi'nin bekleme odasındayım, bir babayı bir camekân
ardından oğlunu görebileceği alana doğru uğurladım. "Çağdaş'a benden çok
selam" diyerek.
Yarım saat henüz dolmadan döndü bir yıkıntı halinde Fatih Ersoy. Hopa'da
Metin Lokumcu'nun ölümünü Ankara'da protesto ettiği için tutuklanan Ömür
Çağdaş Ersoy'un babasıdır. Öğrenci Kolektifleri'nden ODTÜ'lü Çağdaş,
tutuklandıktan aylar sonra çıkan iddianameye göre THKP-C terör örgütü
üyesi olmakla suçlanıyor.

***

Sincan'dan yola çıktık, Ankara'nın içine doğru. Fatih Ersoy, "Kusura
bakmayın. Fazla sohbet edecek takatim yok. Ben böyle oluyorum her salı
günü. Çağdaş'ı öyle görünce şey oluyorum." Tarifsiz haller. Sessiz
sessiz gittik, Mülkiyeliler Derneği'nin bahçesine vardık.
Çağdaş'ın ODTÜ'den arkadaşı Özgür, Mülkiye'den arkadaşları Nurçin ve
Can, hocaları Prof. Ali Gökmen ve Prof. Işıkhan Güler bizi bekliyordu.
Müştekilerin tamamı polis, tutukluların neredeyse tamamı (28 kişiden
23'ü) öğrenci olan bir davayı sohbet konusu yapmaya çalışıyoruz. Bu
çocukların nasıl olup da, yani hangi yeryüzünün mantığıyla terörist ilan
edildiğini çözmeye uğraşıyoruz.

***

İddianameye göre:
Bu çocukların suç aletlerini sayıyorum: Flama, plastik çubuk (flamanın
takıldığı çubuktan söz ediyor), taş.
Çocukların evlerinde yapılan aramalar sonucunda bulunan deliller: Deniz
Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan fotoğrafları, posterleri, Mahir
Çayan'ın toplu yazıları, Irak Savaşı'nı protesto sırasında kullanılan
dövizler, "Dilenci değil yoksuluz, köle değil halkız" yazan bir pankart,
"Bayrampaşa'da 6 Kadını Diri Diri Yakanlar Cezalandırılsın" yazılı bir
pankart, Feminist Politika adlı dergi, Yürüyüş dergisi, Marx'ın
Yaşamöyküsü adlı kitap, Komünist Manifesto, Feuerbach ve Klasik Alman
Felsefesinin Sonu adlı kitap.
Örgüt olmanın kanıtı: Sistematik olarak eylem yapıyorlar. Örnek olarak;
AKP önünde eylem, NATO?ya karşı eylem, büyük şirketlerin önünde eylem, 1
Mayıs yürüyüşü.
Eğer şaka yapıyorsam, eğer abartıyorsam iddianame halka açıktır, bir
zahmet inceleyin.

***

Çağdaş ifadesinde, ?Hopa olaylarını okulda televizyondan duyduğunu,
protesto eylemini KESK ve Eğitim-Sen?in organize ettiğini, herhangi bir
terör örgütünün güdümünde ya da aracılığıyla bu eyleme katılmadığını,
basın açıklaması yaptığını ama yüzünü kapatmadığını, taş atmadığını,
polis aracına saldırmadığını? söylüyor. Ama bir saldırı var, ne
saldırısı olduğunu anlatacağım. Daha doğrusu koltuk değnekleriyle
zorlukla masamıza gelen Çağdaş?ın Halkevleri?nden arkadaşı Dilşat Aktaş
anlatacak:

***

"Malum gün Kızılay'da yürüdük. Çıkıp sesimizi duyuracağımız bir platform
yoktu. Ben işte o yüzden panzerin üzerine çıkmıştım. Hani Başbakan'ın
'kız mı kadın mı' diye bahsettiği kişi. Benim o. Dağıldıktan sonra ben
GMK'nın olduğu sokağa doğru saptım. Arkamdan birkaç polisin geldiğini ve
aralarından birinin "Lan lan o galiba, işte o" dediğini duydum.
Hızlandım. Polisler koşmaya başladı. Bir ağacın dibinde kıstırdılar
beni. 15 polis filan. Çembere aldılar. Birinin elinde kamera vardı.
Diğerinin sadece sesi geliyordu. ?Kasıklarına vurun, kasıklarına?
diyordu. Sonra Çağdaş geldi, "Yeter, kızı öldüreceksiniz" diye. Ben
Çağdaş'a "Sen git ezecekler" dedim. Artık çok geçti, ikimizi üst üste
koyup, oradan oraya savurdular. Çuval gibi. Sonra ne oldu
hatırlamıyorum. Beni ayağa kaldırmaya çalıştıklarında yere basamıyordum.
Sol ayağım boşluktaydı. O yüzden iki koluma girip yolda sürüklediler.
Beni gören iki vatandaş acıyıp ellerinden aldı. Taksiyle hastaneye
götürdüler. Kalçam kırılmış meğer. Ameliyat oldum. Tam olarak iyileşmem
3 yılı alacak. Zaten 2 ay hastanede yattım. Beni kurtarmaya çalışan
Çağdaş ve 27 arkadaşımız da aylardır hapishanede yatıyor. Terör bu."

***

Bir Çevik Kuvvet otobüsünden söz ediyorlar sonra... Eyleme katılan
öğrencilerin ve onların avukatlarının (toplamda 54 kişi) doldurulduğu, 5
saat mahsur bırakıldığı bir otobüs. O otobüs ki, içindekilere ?Siz
mundarsınız? diye hakaretler edildiği, cinsel uzuvlarının taciz edildiği
son model bir işkencehanedir. Oradan çıkanlar 6 aydır psikiyatrik tedavi
görmektedir. Hâlâ! Bu anlatılanları kulaklarımla duydum, ağzımdan
burnumdan kusmak istedim. İstedim ama bazı sözler, bazı sesler, bazı
haksızlıklar sistemden öyle öğürmekle atılamıyor.

***

İddianame şöyle son buluyor: "İddianamenin bir örneği yükseköğrenim
öğrencisi ve kamu görevlisi olan şüphelilerin öğrenim gördükleri fakülte
dekanlıkları ve çalıştıkları kurum amirliklerine gönderilmiştir." Yani
"Çocukların bundan sonraki eğitim hayatlarına da ipotek koymayı ihmal
etmedik" demek istiyor. Fakat burada öyle bir nokta var ki... İlginçten
ötedir: İhbar niteliğindeki bu iddianame üniversitelere, mahkemede kabul
edilmeden önce gönderilmiş. Bakın, iddianamenin mahkeme tarafından kabul
edilme tarihi 10 Ekim. Hacettepe Üniversitesi?ne gönderilme tarihi 5
Ekim. Bu nedir? Mahkeme denilen şeyin artık polis ve savcılar arasında
bir al gülüm/ver gülüm?e dönüşmesidir.

***

Ben bu hikâyeleri yüzüm kızararak dinledim, bu yazıyı da öfke ve
bıkkınlıktan gözleri yorulmuş bir insan olarak yazıyorum.
Belki çok benzerlerini, aynı öfke ve bıkkınlıkla KCK tutukluları Prof.
Büşra Ersanlı, Ragıp ve Deniz Zarakolu için okuyacaksınız.
Çünkü bu hikâyeler bugünün Türkiye?sinde anonimdir. İtiraz hakkını
kullanan, siyasi sözü olan herkesin dilinde dolanır.

Pazar, Ağustos 28, 2011

Hayaller Sahnesi'nde pazar düş(ünce)leri

Bu yıl genel olarak fazlasıyla sıkıntılı geçti benim için. Sadece kişisel meseleler yüzünden de değil üstelik. Uğraşılması gereken kişisel şeyler ikinci planda kaldığı gibi, öne çıktığında da yaşamın ve politikanın gündeminden bir kaçış gibi iş gördü. Seçimdi, gözaltılardı derken yaşam diencim giderek düşmeye; sabah haberleri okumak, akşam eve gittiğimde ana haber bültenlerine maruz kalmak tam bir işkenceye dönüşmeye başlamıştı. Sonra Haziran geldi ve Tübingen hazırlıklarına hız vermem, koşturmanın içine girmem gerekti. Ben de o koşturmanın arasında bir karar verdim: Tübingen'e gidince Türkiye'yle ilgili haberleri takip etmeyecek; böylece üç ay boyunca zihnimi nadasa bırakacaktım. Kararımın tek istisnası ise spor haberleri ve transfer geyikleri olacaktı.

Yaşamın en harika tarafı karşımıza beklenmedik sürprizlerle dikilmesidir, diye düşünürüm her zaman. Yolculuğa çıkmak falan da aslında kendini bu olumsallığa, bu sürprizlere açık hale getirmeye; yaşamına biraz daha renk katmaya yarar. Tabii ki sürpriz dediğinin her zaman güzel şeyler getirmediğini akılda tutmak koşuluyla.. Almanya'ya yola çıktığımdan bu yana başıma gelen tüm olumlu sürprizler karşısında, Türkiye yine benim planlarımla dalga geçercesine yaptı yapacağını. Yola çıktığım gün futbolda şike soruşturması başladı ve önümüzdeki uzun bir zaman Türkiye'deki futboldan alacağım keyfi aldı götürdü. Bir süre kararıma uymayı ve NtvSpor'un haberlerini takip etmeyi denedim. Bir de baktım ki, politika haberlerine taş çıkarır biçimde kefimi kaçırıyor bu durum. Federasyonun önce sıçması, sonra sıvamasının ardından Türkiye futbolundan da elimi ayağımı çekmeye ve Galatasaraylılığımı ikinci plana itip dünya futbolundan zevk almaya karar verdim. Tek umudum İspanya veya İngiltere'de de bir şike soruşturmasının başlamamasıydı. İspanya'daki bir haftalık greve rağmen, Süper Kupa falan derken bu haftasonu ilk kez ayaklarımı uzatıp önce 5-1 biten Tottenham-Manchester City maçını, sonra da Manchester United-Arsenal maçını izledim. İkinci maç 8-2'lik skorla ve yukarıdaki fotoğrafla bitti.

ManU-Arsenal maçının bitiminde Hayaller Sahnesi Old Trafford'da herkes ayaktaydı; alkışlıyordu. "Herkes" diyorum; çünkü suratı ağlamaklı, maç boyunca dövünen Arsenal taraftarları da buna dahildi. Futbolcular koçarak soyunma odasına gitmediler. İki takım da taraftarlarını selamladılar; alkışladılar. Celaleddin Cerrah hazretleri maçı izlediyse, Arsenal taraftarını stada hangi densiz valinin ve emniyet müdürünün soktuğunu düşünmüştür. Federasyon başkanı da İngiltere'de ne kadar çok dekoder satıldığına göz atmıştır herhalde internetten: "Bir dekoderden yıllık 100 Sterlin kâr etse bu yayıncı, kendi cebine milyonlarca bizim cebimize de nerden baksan bir o kadar sterlin koyar." Yaşamla futbolun ortaklaştığı noktalardan biri sürprizlere ve olumsallıklara açıklıksa eğer, bir diğeri de bazı insanların gerçek ve özgür yaşamın ne demek olduğunu hiçbir zaman anlayamayacaklarıdır herhalde. İşte bizim oralarda o insanlardan çok, güzel/mutlu sürprizlerden ise pek az var.

Tanıl Bora geçen haftalarda yazdığı yazılardan birinde, Türkiye ligleri üzerine yaptığı değerlendirmelere nokta koyduğunu "borsaya bildirmiş" ve "futbol sevgisinin kendisi için lige verilmiş uzun bir ara" olduğunu belirtmişti. Tanıl Hoca Bundesliga'ya odaklamıştır şimdi kendisini. Bu yıl birçok şey öğreniriz Bundesliga'yla ilgili; bol bol da gülümseriz yazılarını okurken. Benim için de futbolu sevmek ancak birbirini alkışlayan taraftar ve futbolcuları izleyebileceğim, maçtan sonra soyunma odasına kaçmak yerine birbirinin elini sıkan futbolcuların olduğu, alışveriş merkezi yapmak adına mabedlerini yıkmayan takımlara sahip ligleri takip ederek mümkün olacak bundan sonra. Bir zamanlar Galatasaray gol attığında tüm sokak bizim evden alırdı haberi. Artık ne Ali Sami Yen var ortada, ne de gerçek bir Türkiye ligi. Bize kalan yüzyılı deviren Hayaller Sahnesi'nde neler olduğunu, Camp Nou'nun renklerini, çimlerinde külleriyle ve Kop'uyla Anfield Road'u seyretmek bundan sonra.

Eduardo Galleano "Bir insan yaşamı boyunca karısını, dinini veya oy verdiği politik partiyi değiştirebilir; ama desteklediği futbol takımını asla.." derken ne kadar haklıydı aslında. Fakat biz de Ece Ayhan'a göz kırparak bir karşılık verebiliriz belki bu futbol bilgesine: "Ey takımlarıyla birlikte yiten ligler / Ve bağlı stadlardır! ki unutulmasın / Aslında takımlar terk etmektedir taraftarları."

Salı, Ağustos 09, 2011

Zürih dürtmesi

İtiraf ediyorum okuyucu! (Hakikaten sen var mısın okuyucu?) Bu yazıyı yazmayı yaklaşık üç-dört gündür erteliyorum. Zira bazı fotoğrafların elime geçmesini ve yazarın renksizliğini bunlarla örtmeyi bekliyordum. Fakat elim bir komplo (hafızası iyi olanlar "komple" olarak da söylenebileceğini iyi bilirler) sonucu yazıyı fotoğrafsız yayınlıyorum. İçimdeki sıkıntıya daha fazla dayanamadığımdan bekleyemedim..

Böyle bir girişten sonra gerçekten ciddi konulara gelecek miyim, diye merak etmeden duramıyorum. Ama izin verin, açıklayayım. Daha önce de küçücük bir yazıya konu olan Habermas çevirisinin kabasını bitirdim. Günlerden perşembeydi sanırım. Cuma günü de okumasını yapıp nihai halini gönderecektim; ama o kadar çileden sonra cuma günü bana pek bir tatil havasında göründü. Tüm gün sadece kafama göre şeyler okumakla ve izlemekle oyalandım. Berlin dönüşünde maliyenin bozulmasından kaynaklanan sorunlar nedeniyle sosyal yaşam konusunda duraklama dönemine girmiş durumdaydım. (Allah geriletmesin.) Cuma gecesi Maldonado Efsanesi'yle (yazmak gerçekten zormuş) bir telefon konuşması yaptım ve hesabımda hala harcayabileceğim biraz para olduğunu öğrendim. Sizi hiç gece gece şeytan dürttü mü? Haberi alır almaz bir dürtülme oldu bende; içimden bir ses "Zürih'e mi gitsem?" diye fısıldadı. Ben de, "Neden olmasın" şeklinde yanıt verince kendimi meşakatli bir hazırlanma süreci içinde buldum. Öncelikle www.mitfahrgelegenheit.de'ye girip Zürih'e gitmenin uygun bir yolunu aradım. (Bu site -ki İngilizcesi de mevcut- seyahat eden insanların kendilerine yoldaş aradıkları bir yer. Ucuz, spontan ve sürprizlere açık seyehatlerden hoşlanıyorsanız öneririm.) Buldum da.. Fakat bulduğum mitfahr için bir rezervasyon opsiyonu olmadığından gece yarısı şoföre mesaj attım; o da bana yanıt vermedi. Bu duruma pek takıldığımı söyleyemem. Sonuçta gitmeye karar vermiştim. Saat iki buçuğa kadar evi toparlayıp hazırlandım. Üçte yattım ve beşte yola çıkmak için giyinmeye başlamıştım bile.

Gitmem gereken yol karayoluyla 190 km kadardı. Fakat Deutsche Bahn'a boyun eğmemek ve mitfahr yapmak istiyorsam önce ters yöne, yani Stuttgart'a doğru gitmem ve oradan Zürih'e hareket etmem gerekiyordu. Saat yedide Stuttgart'a vardım ve hemen ilanda belirtilen buluşma yerine gittim. Şoför geldi; konuştuk ve mesajın saati için özür diledim. Fakat adamın arabasında yer olmadığını öğrendim. (Sen sen ol, mesajına cevap verilmediğinde bir şeylerden şüphelen okuyucu.) Sonra tıpış tıpış ve biraz da hayal kırıklığına uğramış, kendimi Deutsche Bahn'ın sıcak kollarına atıverdim. Öğlen vakti Zürih'te olacaktım. Biraz hayal kırıklığına uğramıştım; ama her hayal kırıklığına iyi gelecek bir kredi kartı limiti vardır, değil mi? Tek bir sorunum kalmıştı: Bengi yanına gideceğimden haberdar değildi (Zira ben Zürih'e gitme kararı verdiğimde kendisi çoktan uykuya dalmıştı ve Stuttgart'tan trene binerken de halen uykudaydı.) ve ben öğlen yemeği için yola çıkmak üzereydim. Bu engeli de bir-iki mesajla aştım ve artık resmi olarak yoldaydım.

Tabii başta yapmam gereken bir şeyi unuttum. Yani Zürih'e neden Temmuzun son haftasonunda gitmek istediğimi anlatmayı... Zira Zürih'e Bengi'yi görmek için herhangi bir zaman da gidebilirdim; ama 1 Ağustos İsviçre Ulusal Günü'ydü (Schweizer Bundesfeier) ve kutlamaları Bengi'yle birlikte izlemek istiyorduk. Türkiye'de olsa kutlamalara gidenlerle dalga geçerdik muhtemelen; ama konu İsviçre olunca işler değişiyor. Milli bayram olarak 1291'de kabul edilen Federal Sözleşmeyi kutluyor İsviçre ve ülkenin her kantonundan insanlar Zürih'te Bürkliplatz'ta buluşup dans ediyor, şarkı söylüyor ve içki içiyor. 30 yıl boyunca milli bayram denilince aklına uygun adım yürünen resmi geçitler veya stadyumlarda tepindirilen gariban yavrularımız gelen biri olarak (-ki ben de o stadyumlardan birinde renkli kartonlardan kaldırıp Bandırma Vapuru'nu Samsun'a doğru yüzdürmüştüm bir kez) bu işin nasıl olabildiğini şansım varken görmek istedim. (Sanki bayram kutlamasını değil de, Demirel'in karşılanmasını konu alıyordu; ama aklıma "Selamsız Bandosu" geldi bir anda. Ne efsane filmdi.) İnsan arkadaşıyla milli bayram kutlamasına gidip eğlenir mi? Yanıtım artık evet. (Hemen burun kıvırma okuyucu; kutlamaya müziğin ve dansın yanında risotto, ızgara ve beyaz şarabın da dahil olduğunu duyana kadar bekle.)

Aynı gün, Rathausbrücke'de 1. Zürcher Landesgemeinde'ye katıldık. Sol yönelimli gruplar tarafından düzenlenen bir toplantı bu. Bir köprünün üzerine kurulmuş küçük bir sahne ve kürsü var. İnsanlar burada toplanıp kendileri için önemli olduğunu düşündükleri politik konuları gündeme getirmeye çalışıyor. Sıralanan ilk on konu başlığı arasında herkese politik haklar verlmesi gerektiği, geçim ücreti hakkı ve insan hakları sözleşmelerinin anayasa hükmünde yürürlüğe koyulması var. Kalabalık kendisi için önemli olan ve müzakere edilmesini istediği konuları el kaldırarak oyluyor. (Birden kendimi ne kadar ciddi meselelerin içinde buldum, değil mi?.. Parantez bile hafifletemedi bu ciddiyeti.)

Bayram akşamı göl kenarı çok ilgiçti. Bellevue'den başlayarak gölün kenarında iğne atsanız yere düşmüyor. İnsanlar buldukları her yere oturmuş veya ayakta. Peki neden? Çünkü bu güne özel olarak, herkes kendi havaifişek gösterisini düzenliyor. Resmi bir gösteri veya program yok; ama gökyüzü sürekli ışıl ışıl ve her yerde fişeklerin patlama sesleri var. (Sanırsınız tüm kent aynı gün sünnet, kına gecesi veya düğün yapıyor. O derece yani.) Gölün kenarı ise bu spontan gösterilerin izlenebileceği en iyi yer. İçkisini alan herkes orada, bu anonim şovu izliyor. Bellevue tramvay istasyonu'nun hemen karşısında, gölün kenarında, Quaibrücke'deki kalabalığın da dinleyebileceği bir konumda yerini almış bir müzik grubu performans sergiliyor; hayatımızda ilk kez sokak şarkıcılarının bis yaptığına tanık oluyoruz; insanlar dakikalarca, elleri acıyıncaya kadar alkışlıyorlar. Grubun ve müziğinin hakkı da bu işin aslı.

Bu Zürih'e ikinci gidişimdi aslında. İki yıl önce Kasım sonunda beş gün geçirmiştik Zürih'te Bengi'yle birlikte. Ne yalan söyleyeyim, soğuğun ve kapalı havanın da etkisiyle pek de anlamamışım buranın ne güzel bir kent olduğunu. İzmir Körfezi'nden irice, kente adını veren gölün kenarında Zürih; içinden de bir nehir geçiyor. Etrafı ufak dağlarla (-ki İsviçreliler bunlara "tepe" demekle birlikte, sizin "dağ" dediğinizi duyunca dalga geçiyorlar) çevrilmiş. Kentin merkezi çok hareketli; özellikle eski/tarihi kısımdaki daracık sokakları ve küçücük dükkanlarıyla pek şirin. Bu sokaklarda iki yıl önceki ziyaretimizde bir hayli gezinmiştik. Bu kez daha çok suya yakın kısımlarda zaman geçirdik.

Hepsi bir yana, Zürih'le ilgili söz etmeden geçemeyeceğim şey, insanların birbirine duyduğu güven ve gösterdiği sabır galiba. Herkesle teklifsiz İngilizce konuşabiliyor, göz göze geldiğinizde selamlaşabiliyorsunuz. İnsanlar bir meydanda toplanıp geleneksel şarkılarını dinlerken bir yandan eşlik edip, bir yandan da "daha hayat dolu şarkılara da sahip olabilirmişiz" diyerek kendileriyle dalga geçebiliyorlar. Bizim gibi zihinleri ceberrut devletin türlü saçmalıklarıyla, uygun adımlarla, boy sıraları, kol mesafesi, etek boyu, saç uzunluğu ve karşılıklı nefret dolu bakışlarla dolu kişiler için, bu insanların birlikte yaşayabiliyor oluşlarını kutlamalarına ayak uydurmak ilk elde biraz garip bir his uyandırıyor. Sonra hemen alışıysunuz ama. Güzel şeylere alışmak kolay çünkü.
Zürihliler bu cumartesi günü de, bu yıl yirmincisi düzenlenecek Street Parade'da buluşacaklar mesela. Avrupa'nın en büyük elektronik müzik festivallerinden biri bu ve kenti bir sahneye dönüştürüyor. Pek bana göre değil; ama kullandıkları slogan (veya mottoları) çok fazla şey söylüyor: "20 years of Love, Freedom, Tolerance and Respect".

Konudan konuya, üsluptan üsluba gezdim bu akşam.. Bir tek Zürih yerinden oynamadı. Eh, yeter artık; iyi uykular.

Cuma, Ağustos 05, 2011

self-consciousness

Place: Tübingen Hauptbahnhof

My dialog with a railway officer..

Andronikos: Hallo!
Railway officer: Guten Morgen!
A.: (Showing a car of the train) Ist das zweite Klasse?
R.O.: Ja, die erste Klasse ist vorne; der erste Wagen.
A.: Danke schön! (I headed for the second-class section of the train.)
R.O.: Nein, nein. Sie sollen für erste Klasse nach vorne gehen.
A.: Kein Problem; ich bin doch zweite Klasse!

Çarşamba, Temmuz 27, 2011

A hand bangs into sand a name / And we all understand

6 Temmuz'da İzmir'den uçağa bindim. Sabah erken bir saatti; sanırım altı civarı. Sınır polisi karşısına beni aldı. Bir süre bekledi bir şey yapmadan. Sanki bir şeylerin gelmesini/olmasını bekliyor gibi bir hali vardı. Sonra yan kabindeki polise "İnterpol'ün internet adresi neydi?" diye sordu. Cevabı alınca bir-iki kez bana baktı; bir süre de pasaportuma. Sonra ekrana döndü. Bana pasaportumu uzatırken de "Temiz; iyi yolculuklar!" dedi. Ben de terden ıslanan tişörtümü değiştirmeye gittim.

O günden bu yana üç havaalanı, iki ülke, üç kent gördüm; iki farklı üniversitede 3-4 farklı hocanın dersine katıldım; bir kez hostelde, iki kez otelde kaldım; birkaç Alman'la tanıştım; Türkçe konuşan onlarca insanla karşılaştım. Bu envanter meselesi böyle uzar gider aslında. İşin içine okuduğum kitap, makale, sayfa, paragraf, satır, kelime sayısını falan eklesem; çevirdiğim metne şöyle bir değinsem falan... Tüm bu listeler, sayılar bir yana, harika birkaç şey geldi başıma: Çok güzel iki kentin sokaklarında yürüme fırsatı buldum; sevgilime doğru bir yolculuk yapmayı hatırladım ve bende şu ana kadar hiç deneyimlemediğim bir etki yaratan iki kişiyle karşılaştım. Biri filozoftu -ki hakkını vereceğime inandığımda bu karşılaşma için ayrı bir yazı yazacağım-, diğeri ise... Diğeri neydi hakikaten?...

Konser duyurusunda "Melankolinin Beylerbeyi / Grandseigneur der Melankolie" olarak nitelenmişti Morrissey. Berlin'in bazı sokakları konserin afişleriyle kaplıydı ve bileti aldığım internet sitesinden kontrol ettiğim kadarıyla konser biletleri tükenmişti. (Bu arada biletleri yalnızca internet üzerinden (www.eventim.de) satın alabiliyorsunuz. Fakat bizim biletixten farkı, sizden bir işlem ücreti aldıktan sonra sizi tanımazlık etmiyor. Konserden iki gün önce size etkinlik mekânına nasıl ulaşabileceğinizle ilgili bilgi ve haritaları da gönderiyor mesela.) Çok uzun zamandır bekliyordum Morrissey'i sahnede görebilmeyi. 10 Haziran 2006'da İstanbul'a geldiğinde mezun olabilmek için final sınavlarına giriyordum. Yakın arkadaşlarımın neredeyse tamamının gittiği konser günü sınava girmek ve ertesi günkü sınava çalışmak zorunda kalmıştım. Hala unutamadığım şahane bir anıdır benim için.

Konserin yapıldığı yerden de söz etmek isterim. Zitadelle Spandau, 16. yüzyılda yapılmış bir şato ve yaz aylarında içine kurulan sahne konserlere ev sahipliği yapıyor. Anayoldan sağa dönünce, sizi bekleyen bir şato ve onu sizden ayıran bir akarsu ve gölle karşılaşıyorsunuz. Giriş için bunları geçen bir köprüyü kullanmak gerekiyor. Yoldan ayrıldığınızda büyü başlıyor.



Biz giriş için sıraya girdiğimizde içeriden yavaş yavaş müzik sesleri gelmeye başlamıştı. Başta konserin tam saatinde başladığına inanmayıp yalnızca hazırlık yaptıklarını düşündük. Almanya'da olduğumuz bir an aklımızdan çıkmış. Zira içeri girdiğimizde The Heartbreaks sahnedeydi bile. Surların içine açılan bir kale kapısı ve içeride kocaman bir alan, çevresi yiyecek ve içecek satanlarla kaplanmış, ortada kalan çim alanın ucunda sahne duruyor. Her şey beklediğimizden daha küçük aslında. İnsanlar beklediğimizden daha sakin; birçoğu çimlerde oturmuş bir şeyler içiyor ve the Heartbreaks'in tadını çıkarıyor.



Bizim o kadar da cool çocuklar olduğumuzu söyleyemeyeceğim. Zira hemen kenidmizi sahneye yakın ön sıralara atıyoruz. Biraz da çekiniyoruz aslında ilerlerken. Hem insanların sahne önüne yığılmamış olması ve cool halleri şaşırtıyor bizi, hem de uzun zamandır hayalini kurduğumuz, planladığımız şeyin içinde olma hali.. The Heartbreaks yarım saatten biraz daha fazla kalıyor sahnede. Onları dinlerken sahneye bir hayli yakınız; ama her şey biraz buğulu hala, biraz da büyülü. Uzaktan görsek "Bunlar The Smiths dinliyordur herhalde" diye kendi aramızda fısıldaşacağımız çocuklar sahneden inerken, sahnenin arkasındaki beyaz fon da değişiyor.



Sahnenin arkasındaki fonda Mauro Bolognini'nin 1962 tarihli Senilità filminden bir sahne var: Anthony Franciosa bir heykeli belinden kavramış ve belli ki tutkulu bakışlarını az uzağındaki Claudia Cardinale'ye dikmiş. Filmi ve yönetmeni Moz'a yakınlaştıran önemli ayrıntılar var aslında. Senilità bir adamın sevdiği elde edilemez kadınla olan melankolik ilişkisi ve kalp kırıklıkları üzerine kurulu. Ayrıca İtalyan sinemasından beklendiği gibi pek fotografik. Moz'un kullandığı görüntü de daha ilk bakışta insanı çarpıyor. (Konser çıkışında, şarkıların kulaklarındaki çınlaması geçmeden bu fotoğrafın öyküsünü öğrenmek istiyor insan.)
Morrissey'in ve grubunun sahneye çıkmasını bekliyoruz. Sahneye giden kabloların içinden geçtiği plastik platformu, sahneyi daha iyi görebilmek için kullanıyoruz. Önümüzde birkaç sıra insan var ve pek kaya kafayla karşılaşmıyoruz. Benim beklentim grubun sahneye gelmesi ve Moz'un müzikle birlikte bize merhaba demesi yönünde. Fakat hiç beklenmedik bir anda Morrissey koşarak sahneye geliyor ve "I'm throwing my arms around Berlin!" diyor. Etraftaki coşkuyu anlatmaya gerek yok.. Moz'un üzerinde siyah bir gömlek var; gruptakiler ise kırmızı "McCruelty" tişörtleri giyiyorlar.



"On the day that your mentality / catches up with your biology / I want the one I can't have / and it's driving me mad / it's written all over my face" diye başlıyor konser. "You're The One For Me, Fatty", "You Have Killed Me" ve "Speedway" ile devam ediyor. Moz bir yerde "Beethoven Was Deaf"i hatırlatır biçimde "I can speak German very fluently." diye bir çıkış yapıyor; "but I won't talk today." diye bitiriyor. Sonra başlayan şarkıyı kimse bilmiyor, tanımıyor. Adının "Scandinavia" veya "In Scandinavia" olduğunu sanıyorum. Maladjusted'a benziyor biraz. Şarkının bitiminde Moz'un yüzünde zıpır bir gülümseme var; son şarkısı olduğunu söylüyor. Konserden sonra, şarkıyı ilk kez iki gün önce İsveç konserinde söylediğini öğreniyorum. "Ouija Board, Ouija Board"yı çaldıktan sonra, yeni şarkılarından bir diğerini söylüyor. Kameram kayıtta; karşınızda "People Are the Same Everywhere"..

"Action Is My Middle Name"den sonra "So : the choice I have made / May seem strange to you / But who asked you, anyway ? / It's my life to wreck / My own way" diye başlıyor Moz söze. Ardından "Satellite Of Love" ve "I Know It's Over" geliyor. Sonraki şarkı ise bir marş gibi söyleniyor; söylenirken çiçekler havaya atılıyor: "Everyday is like sunday". Bir şarkı sonra da ikinci marş başlıyor: "There's a light that never goes out". Gecenin asıl büyük anı, Moz kollarını Paris'e doladıktan hemen sonra geliyor. "I loved Berlin; it's a beautiful city." diye başlıyor konuşma. Çığlıklar, alkışlar.. "But there's something horrible about it." Şaşkınlık ve suskunluk.. "Wherever I look, McDonalds, McDonalds, McDonalds,..." Bir alkış hali var herkeste; ama biraz da şaşkınlık. "Meat Is Murder" çalmaya başlıyor; Moz bir ara yere çöküyor. Enstrumental kısımda sahneyi bırakıp gidiyor; McCruelty ile baş başa kalıyoruz. Konser boyunca bir hayli dikkat çeken gitarist Jesse Tobias ve davulcu Matt Walker bu şarkıda sahnede büyüdükçe büyüyorlar. Şarkı uzuyor, uzuyor.. Galiba burada bitecek, dediğimiz anda Morrissey ve sarı gömleği sahneye çıkıyorlar. Final şarkısı "Irish Blood, English Heart". Bu şarkıda da herkes eşlik ediyor Moz'a.

Şarkının bitiminde herkesi selamlayıp, kalabalıktan ona uzatılan plak ve kitapları aldıktan ve insanlara gösterdikten sonra grubuyla birlikte sahneden ayrılıyor Morrissey. Kalabalığın bitmeyen alkışları neyse ki "First of the Gang to Die" için sahneye tekrar getiriyor onları. İçimde halen bir umut var, bunun peşine bir de "This Charming Man" bağlarlar diye; ama çok fazla şey umuyorum. ("The only mistake is I'm hoping..") Son bir selamdan sonra 18 şarkıdan oluşan yaklaşık 90 dakikalık büyük gecemiz sona eriyor. Etkisi ise hala geçmedi sanırım. Konserden çıktığımdan beri kendi kendime kaldığımda -burada çok fırsatım oluyor bunun için- ondan neden bu kadar etkilendiğimi ve insanların neden Morrissey'den söz etme gereksinimi duyduklarının sorgulamasını yapıp duruyorum. Benim kendimle ilgili ulaştığım sonuç, bana yaşamla ilgili birçok şey söylediği ve şarkıların gerçekliği karşısında duyduğum sarsılmaz inanç.
Daha önce çok etkilendiğim, büyüklüğü karşısında saygıyla eğildiğim bazı isimleri sahnede izleme şansım oldu. Herbie Hancock bunların en büyüğüydü sanırım. Fakat hiç böyle hissettiğimi söyleyemem. Nedenini şimdi yavaş yavaş anlayabiliyorum. Bir koreografisi, dansı, dansçısı falan yok Morrissey'in. Sahneye çıktığında şarkılarını söylemek ve bunu yaparken ne hissediyorsa onu sergilemekten başka yapacak hiçbir şeyi yok aslında. Nasıl hissediyorsa öyle davranıyor sahnede; somurtuyor, gülümsüyor, arkasını dönüyor, yürüyor, yere oturuyor. Sesiyle, sözüyle, bedeniyle, gerçek olan neyi varsa burada karşımızda. Bu onu tabii ki olumlu ve olumsuz ilgileri üzerine çekecek bir şeye dönüştürüyor; hayranlık uyandırdığı kadar, saldırılara da açık hale geliyor.
Kundera "Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği"nde Sabina'nın sanatta ve yaşamda çok önemsediği bir şeye dikkat çeker: amaçlanmamış güzellik. (Ressam Sabina'nın en sevdiği tablosu, üzerine boya dökülmüş, yanlışlıkla fırça darbelerine maruz kalmış olandır mesela.) Moz'da da amaçlanmamış bir bütünlük ve güzellik hali var. Her ne kadar o grubunu tanıtırken herkesin adını teker teker saydıktan sonra "and me with my many selves" dese de, tüm benlikleriyle barışmış, onları bütünleştirmiş biri var karşımızda. Bizse ona hayranlık duymadan yapamıyoruz. Onunla ilgili önemli bir tartışma yazısı okudum. Bir yazar Moz'un gerçek bir star olduğunu ve ondan sonra star olmanın imkânsız hale geldiğini yazmıştı. Bugün star/yıldız olarak anılanlarla karşılaştırıldığında "gerçek" diye niteleyebileceğimiz tek kişilik belki de Morrissey. Bu açıdan "yıldız olmanın" tanımını değiştirmiştir herhalde. İngiliz yönetmenler, Türkiye'deki uyarlamaların aksine, Shakespeare'in oyunlarını oyunculukları minimize ederek sahnelemeye çalışıyorlar bir süredir; çünkü yazar oyunculuk ile gölgelenmemesi gereken sözler söylüyor onlara göre. Morrissey de bizim şarkı söyleyen Shakespeare'imiz mi acaba? Danslardan, şovlardan azade gerçek bir şözler ve şarkılar bütünü.. Ona eşlik edebilecek şey ise sahnenin çeşitli yerlerine duran aynalar...

Yola çıktığımdan bu yana üç havaalanı, iki ülke, üç kent gördüm; iki farklı üniversitede 3-4 farklı hocanın dersine katıldım; bir kez hostelde, iki kez otelde kaldım; birkaç Alman'la tanıştım; Türkçe konuşan onlarca insanla karşılaştım; iki kentin sokaklarında yürüme fırsatı buldum; sevgilime doğru bir yolculuk yapmayı hatırladım ve bende şu ana kadar hiç deneyimlemediğim bir etki yaratan iki kişiyle karşılaştım. Biri filozoftu, diğeri de amaçlanmamış bir güzelliğe sahip bir yıldızdı. Bu yazıyı onun için yazdım.

Salı, Temmuz 26, 2011

izler..

zorlu bir geceyi proje ile geçirdikten sonra uzun bir güne henüz hazır değildim. sabahında ufak bir kahvaltı sehpasını 3 kişi güç birliği yaparak bitirmiştik. dinlenmem gerektiğinin farkındaydım. yoksa tam bir baş ağrısı olacaktım çevremdekiler için. uykuya kestirme yoldan girerek 1 saatlik bir mola verdim. işi bitirmiştim ama akşama hazır değildim. giyindim ve çıktık. ekip tamamdı. yoldaydık artık. yeşil tabelalar bizi konsere götürüyordu. birden adını hatırlamadığım bir noktadan çıktık. ben direksiyondaydım. konser konvoyunda bir kısmımız araca dışarıdan yürüyerek eşlik ediyordu. güvenlik rutininden sonra soluk otların araziyi kapladığı hazerfen'e girdik. aylarca istiklal caddesine gitmekten kaçınıp, bir gün bir buluşma için orda bulunduğum vakit hissettiğim kalabalığa alışma evresi bu sefer hazerfen için geçerliydi. kalabalık çoktu. herkes aynıydı. 2den fazla sahne vardı. bir sürü çadır.yeni yiyecekler.pahalı içecekler. kararsızdım. programdan haberim pek yoktu. sadece Travis' in çıkacağı saati hatırlıyordum. sahneye sol kanattan atak yaptık ama çabuk durduk. Skunk Anansie çıkmıştı. tüylü bir kıyafet seçmişti Skin kendine. konser sırasında kıyafetini değiştirip tüysüz kıyafetiyle devam etti. sesi albüm kayıtlarına göre daha inceydi. gitar tonları iyiydi. hala nerde olduğumun farkına varamamıştım, adeta ev beni çağırıyordu. Skunk Anansie faslından sonra Paolo Nutella çıktı. 7 kişilik ekibi cruise gemilerinde yemek arasında sunsalar sırıtmazdı. arada Beach House' a göz atalım dedik. bir kaç gruba ayrıldık. cep telefonları ile birbirimizi bulma konusunda zorluklar yaşadık. Beach House dinleyicilerinin zorlarına giderse borularına gitsin demiyorum ama Mazzy Star benzeri birşey çıktı karşımıza orada bulunduğumuz 3 şarkılık sürede. kalabalık bir dinleyici grubunu arkasına almasını anlamıyorum Beach House' un. Mogwai ve Travis 10 dakika ara ile farklı sahnelerde başlayacaktı. Selfish Jean in başlaması ile titreşim yapan bir jöle gibi kalabalıkla birlikte hareket ediyorduk. Fran Healy beyaz tellerin aradan çıktığı sakalları, şapkası, uzun saçlarıyla koşturuyordu sahnede. şarkılarda tansiyonun arttığı yerlerde bağırmıyordu artık. zaman içinde o, hoxton fin modelinden vazgeçmişti. ben de yavaş yavaş hoxton finden vazgeçmeliydim. şarkılardan birisinin ortasında (the man who'dan olma olasılığı yüksek) Andy podyumun ucuna kadar gelip diz üstü çöktü. bir yandan tepetaklak ettiği şişeden birasını içerken diğer yandan da şarkıya gerekli yerlerde eşlik etmeye başladı. coşku artık doruktaydı. seyirci kendinden geçmişti. şarkılar hep bir ağızdan söyleniyordu. Andy' nin bu hareketi sonrasında Fran dayanamayıp ( konser sonrasında netleştirdiğim bir cümledir. algılamam için dışarıdan yardım almam gerekti) "wepayourtaxes2 grubundan edge olsaydı podyum önüne gelip solo atardı, biz biramızı içiyoruz, sanırım bu yüzden biz Travis' iz" dedi. Hissi olarak gülmüştüm buna konser sırasında sonradan haklı olduğumu anladım..Hislerim kuvvetliydi. Konser bittiğinde ayaklarıma kara sular inmiş, kara suların sığ suyunda şıpır şıpır eve gitme vaktini bekleyen uslu çocuklar gibi debeleniyordum. gelmişken Moby'yi de görelim dedim ama uzun sürmedi bu istek..Mogwai' in de harikalar yaptığını, aynen aktarmam gerekirse "cayır cayır" çaldığını duydum.herkes yeterli doygunluğa gelince dönüşe geçtik. ben uyudum. dolu bir haftasonu geride kaldı. günler geçti ve aklımdan daha fazla silinmeden yazıyım dedim. yazayım demedim, yazıyım dedim. artık neden yazmadığımın farkına varmışsınızdır. organizasyon hergün daha iyiye gidiyor. grup seçimleri hala bir garip. 1995 - 2000 lerde gelmesini arzuladığımız bir çok grubu 2011 ' de görebiliyor olmak, arkasından çıkış yaptıkları dönemlerde sanatçıları getiremeyip; günümüzde yaşlı hallerinin ortaya koyduğu performansları saygısızca "pek iyi değil" diye eleştirenleri duymak beni pek mutlu etmiyor. rock'n coke' a alternatiflerin artmasını isteyerek, radar live'a ne olduğunu merak ederek, organizasyonların farklı şirketler tarafından da yapılmasını dileyerek bu yazıya son veriyorum.

Pazar, Temmuz 24, 2011

Berlin'den Dönememek..

Fazla fotoğraf çekmedik Berlin'de aslında. Bencillik yaptık; ukalalık yaptık.. Gördüklerimizi kendimize sakladık ve zihnimizde yaşlanmaya, buğulanmaya bıraktık. Yine de birkaç parça (biraz klişe) fotoğraf var elimde. Belki birlikte bakarız, dedim.


Berlin'de dalgalanan son Sovyetler Birliği bayrağı bu. Berlin'in Amerikan bölgesi'nin son kontrol noktasında, Checkpoint Charlie'de, sergileniyor. Burada bir müze ve herkesin fotoğraf çektirmesi için yapılmış bir kulübe var. Her şey bir simülasyondan, gerçeğin kötü biçimde taklit edilmesinden ibaret elbette. Amerikalılar arasında çok popüler bir mekân burası. Askerlerinin nerede görev yaptığını görmek istiyorlar.


Fotoğrafı da buradayken aklımdaki bir şeyden söz edeyim. Berlin'de bazı yerlerde o kadar baskın bir anti-komünizm ve sovyet-karşıtlığı görülüyor ki... Bir ülkenin (ve bir başkentin) parçalara ayrılması ve baskı altında yıllarca yönetilmesi konusunda Sovyetler'in büyük pay sahibi olduğu ortada tabii ki. Bu nedenle de bir karşıtlık olması anlaşılabilir. Fakat özellikle turistik yerlerdeyken Amerikanlaşmanın bir tür Sovyetler birliğinden ve komünizmden kurtuluş olarak tesis edilmiş olduğu izlenimi edindim. Bana biraz rahatsız edici geldi bu durum. Yine de kentin turistik olmaktan daha uzak olan yerlerinde başka bir kültürün var olduğunu bilmek rahatlatıcı bir şey.


Burası size ne hatırlattı? İlk bakışta ne düşündünüz? Bizim binayı gördükten sonra verdiğimiz ilk tepki "Anıtkabir'e ne kadar benziyor." oldu. Sonra "Ankara'yı hatırlatıyor." dedi Bengi. O sırada Nasyonal Sosyalist hükümetin Hava Kuvvetleri Karargâhını arıyorduk. Aynı anda "Bu o galiba." cümlesi çıktı ağzımızdan. Berlin'de gördüğümüz mimarinin büyük bölümüne aykırı, insanda politik iktidarın eziciliğini çağrıştıran bu binayla ilgili tahminimiz doğru çıktı.
Fotoğrafta sütunların arasından görülen resim sosyalizmi ve bir gösteriyi konu alıyor. Tabii ki 1945 sonrası yapılmış. Bahçede de 1953'te Doğu Berlin'in özgürlüğü için yürüyen yüzlerce kişinin önünde yer alan onüç kişi için yapılmış bir anıt/havuz var. Bir hayli sığ olan havuzun dibinde yürüyüşün önden bir fotoğrafı var. Su ve ışığın bir oyunu... Siyah-beyaz fotoğraftakiler yitirilmemiş bir mücadelenin yitmiş önderleri..


Berlin Duvarı her zaman bir önceki yazıda göstermiş olduğum gibi sanatçılar tarafından ısıtılmış/insanileştirilmiş değil; yer yer soğuk ve zalim yüzünü gösteriveriyor kentin ortasında. Fotoğrafta görülen duvarın arkası, Terör Topografyası Müzesi'nin duvarı olarak kullanılıyor aynı zamanda.


Fotoğraftaki yapı Berliner Dom; bence kentin en büyük sürprizlerinden biri. Ne zaman yapılmış Berliner Dom? Şöyle bir tahmin edin..
Yanıt: 1905. Saçma değil mi?.. Alman İmparatoru Avrupa'nın diğer büyük kentlerindeki tarihi katedrallere hayran ve eski bir bina yapılmasını istiyor.. İşte karşınızda.. Bana gerçekten ilginç geldi..
KAtedralin bulunduğu yer Museuminsel (Müzeler Adası), kentten geçen Spree'nin orta yerinde bir ada ve üzerinde dört müze ile bir katedral var. Bir de büyükçe park. Lütfen çimlere basınız; oturunuz ve hiçbir şey yapmamanın tadını çıkarınız..

Not: Morrissey konserini ayrıca yazacağım. Edith'in Rock'n Coke izlenimlerini de bekliyorum merakla..

Kayıp..

Bir günde iki kayıp.. Dün üst üste gelen üzücü haberler canımı acıttı.

"Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Alt katında uyumayı bir ranzanın
Üst katında çocukluğum...
Kâğıttan gemiler yaptım kalbimden
Ki hiçbiri karşıya ulaşmazdı.
Aşk diyorsunuz,
limanı olanın aşkı olmaz ki bayım!" (Didem Madak)

Bu dizelerin yazarı Didem Madak aramızdan ayrıldı dün. Bir kadın şairdi. Hep güzel ve duymayı isteyeceğimiz şeyleri söylemiyordu belki; ama ne söylerse söylesin öyle güzel söylüyordu. En azından benim bildiğim, anladığım budur.

Didem Madak'ı haberinden biraz önce de Amy Winehouse kayboldu.. Ona kendininkiler gibi, başka birinin şarkısı çok yakışırdı belki..

"Outside there is a pain
Emotional air raids exhausted my heart
And it's safer to be inside
So, I'm changing my plea
And no one can dissuade me
Because freedom was wasted on me
See how your rules spoil the game" (Morrissey).

Bu adları not edecek bir boş sayfamız varken, es geçmeyelim istedim.

Perşembe, Temmuz 21, 2011

Berlin.. Poor but Sexy



Beş tam günlük Berlin rüyasından uyandım dün. Tam bir rüyaydı Berlin; yaşama verilen gerçek bir molaydı. Yaşamın durduğu, akmaktan vazgeçtiği veya düşünmekten taviz verilen bir seyahat/tatil değil de; daha ziyade insanların kim olduklarına bakılmaksızın yan yana durabildiklerine olan inancı tazeleyen, anlayışsızlığa ve yaşamın karşımıza çıkardığı sınırların/duvarların sonunun geleceğini söyleyen bir histi.

Beş gün boyunca adımladım Berlin'i; fazlasıyla yürüdüm. Her köşe başında bir şeylere bakmak, bir sokağın güzelliğini seyretmek, bir kalabalığı süzmek için duraksanan bir kent Berlin. Cazibeli sokaklarına ve insanlarına kapılabileceğiniz bir kent. Acıklı tarihini, duvarını, bölünmüşlüğünü bir yara izi gibi taşıyor üzerinde; ama utanç duymadan. Aksine üstesinden gelmeyi bildiği tüm bu olumsuzluklardan dersler çıkardığını gösteriyor herkese. Duvarın kalıntısı ile Nazi Hava Kuvvetleri Komutanlığı (Luftwaffe) binasının karşı karşıya durduğu cadde terör topografyası müzesine açılıyor; Hitler'in sığınağının bulunduğu sokağın köşesinde Soykırım Anıtı duruyor; 10 Mayıs 1933'te kitapların yakıldığı (Bücherverbrennung) Bebelplatz'ın zeminindeki pencereler boş kitaplıklara açılıyor ve meydanın bir tarafında Humbolt Üniversitesi'nin Hukuk Fakültesi göze çarpıyor.



Berlin'e "yoksul ama seksi" denmesinin, Berlinlilerin bundan kıvanç duymasının nedeni tüm dünyadan sanatçıların ve bohemlerin kente akın etmesi. Neredeyse hiçbir sanayi tesisine sahip olmayan ve yalnızca hizmet sektörüne dayanan Berlin'de işsizlik Almanya'nın en yüksek düzeyinde. Fakat insanlar yaşamak için buraya gelmeyi tercih ediyorlar. Evet, kimse pek de kibar değil burada; çoğunluk pek varlıklı da değil. (Turist olanlar duruşları, bakışlarıyla hemen tespit edilebiliyor bu yüzden.) Fakat insanlar buradaki birlikte yaşama deneyiminin bir parçası haline gelmişler; bunu yaratabilmişler. Sokak sanatçılarını kentin her yerinde, sokaklarda, kafelerde görmek mümkün. Spree'nin kenarında sahne kurmuş bohem bir "yaz gecesi operası" var mesela. Bunun karşısında, nehrin kenarında tango yapanlar ve onları şezlonglara kurulup şaraplarını içerek izleyenler var.

Turistiklere yönelik olan yerleri bir kenara bırakırsanız, son derece de ucuz bir kent Berlin. Gerek konaklama, gerekse yaşam masrafları Türkiye'dekinden (mesela İstanbul'dan) daha bile ucuz sayılabilir. Bu yüzden de ziyaret etmekten çekinmemek gerek Berlin'i. (Ben gitmeden önce bir hayli hesap yapmıştım mesela; ama kent bunları boşa çıkardı. İki yıldır Berlin'de yaşayan bir arkadaşımla buluşup konuştuğumda aylık 700 Euro ile Berlin'de yaşanabileceğini söyledi.) Ayak bastığınız andan itibaren sarıp kendine bağlyor sizi bu kent. Kozmopolitan, çok boyutlu bir taraf var her bir açısında.

Kısa Berlin seyahatimde Zitadella Spandau'da bir Morrissey konserine ve Humbolt Üniversitesi'de Craig Calhoun, Klaus Eder ve Michelle Lamont'un derslerine de katıldım. Bunlarla ilgili izlenimleri ilerleyen günlerde yazacağım.

Salı, Temmuz 12, 2011

???

"Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:"
Habermas kendi etrafındaki dönüşünü kaç sayfada tamamlamaktadır?

Günler, aylar, sayfalar aldı.. Çevirinin dibi göründü. Bu bir mucize olmalı..

Çarşamba, Temmuz 06, 2011

Yaz

Sevgili SunnyDays

Hava sıcaklığı bir anda yirmilere geriledi bugün benim için. Birkaç gündür otuzlarda kavrulıyordum, ama yazın geldiğinden pek de haberdar değildim kendi adıma. Bugün havalar yirmili derecelere indi; ama beklenen yaz da geldi benim için. Geçtiğimiz bir-iki hafta yaşadığım koşturmanın sonucunda gerçek hayatıma dönmek, yaşamımı normalleştirmek adına yapılması gerekeni yapabildim.

Önümüzdeki üç ay boyunca Almanya’nın güneyinden, Tübingen’den yayın yapacağım sayın seyirciler. Bugün beni bu süre boyunca ağırlayacak odada, yatağın üzerine oturmuş bu satırları yazarken bile inanamıyorum bu işi sonunda gerçekleştirebildiğime. O kadar çok zaman, o kadar büyük enerji aldı ki... Alt tarafı bir uçak biletine bir de kabul mektubuna bakar, diye başladığım bu işin gerçekliğine inanmak zor hale geldi. Kendimi bu konuda ikna etmek için 24 saatlik ek süre çıkarttım savcılıktan.

Namı diğer üniversite şehri Tübi’yi, buradaki yaşamdan ayrıntıları ilerleyen yazılarda anlatacağım. Fakat bugün İzmir’den uçağa binip Stuttgart üzerinden otobüsle buraya gelene kadar Almanca’dan çok Türkçe çınladı kulağımda. Bindiğim otobüslerin şoförleri, yolcularının bir kısmı (özellikle de en yüksek sesle konuşanları), sokakta yürürken karşılaştığım insanlar... Sanırım biraz da bu yüzden bugün yetmedi nerede olduğumu tam olarak idrak etmeye. Yarın nerede uyandığımı anlayınca dünyann kaç bucak olduğunu görürüm..

12 metrekare civarı bir odada kalıyorum burada. Bir masam, yerden az yüksekte duran bir yatağım ve bir de giysileri koymak için kullandığım raflarım var. Unutulmaması gereken ayrıntılardan biri de, odamda bir şezlongun olması. Burayı benim için döşeyen ev arkadaşım Gerold, daha önce çalıştığı İsviçre’ye özgü içecekler üreten fabrikanın promosyon şezlonguyla odama renk katmış. Şaka bir yana, kitap okumak için hayli iş görecek. (Eskiden, kitap okuma işini abartmaya başladığım 90’lı yılların sonlarında da sadece kitap okumak ve öylece düşünmek için kullandığım bir şezlongum vardı odamda. Bir eşi de ondan belirli bir uzaklıkta, aralarında bir sehpa duracak biçimde tam kapının karşısına yerleştirilmişti. İki kişi bu şezlonglara kurulmaya kalktığındahttp://www.blogger.com/img/blank.gif, ilk fark ettiğin şey aslında birbirine değil kapıya bakıyor olduğun olurdu; aynı biraraya geldiklerini el aleme gösteren iki devlet başkanı gibi yani. Hangi şezlonda oturursan otur, şezlong doğası gereği bir partnere yer bırakmıyordu kısacası. Herkes kendi devletini yönetmeye, kendi gemisini yürütmeye devam ediyordu. Neyse, bu odada tek oturacak yer var zaten. –Şezlongtan karakter tahlili yaptığıma inanamadım bir anda. 150 yıl daha çalışsam kesin Orhan Pamuk olurum.-)

Son olarak sevgili dinleyiciler, gider ayak kendime bir yolculuk listesi yapmak istedim. (Edith’in deyişiyle “yolluk”.) Aslında bir süredir dinleyip beğendiğim şarkıları attığım bir klasör vardı. Onun içinden bir şeyler sıraladım işte. Sizinle paylaşmadan da yapamadım. Aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz playlist’e.

SunnyDaysPlaylist

Pazar, Haziran 19, 2011

öss-lys-ygs-kgs-ogs-sss???

Haftasonumu artık hangi -s olduğunu karıştırığım üniversite sınavında gözetmenli/salon başkanlığı yaparak ve genç arkadaşların döktüğü teden para kazanarak geçirdim. İzmir'de bir haftasonu aktivitesi olarak bir hayli sönük bir etkinlik. Fakat hem kârlı hem öğretici. Bakınız neler öğrendim:

* Sınavlar giderek karmaşık hale geliyor. Bizden önce iki basamaklıydı üniversite sınavı. Bizim zamanımızda tek basamak oldu. Benden sonraki yıl puan sistemi değişti. Sonra tek basamakta dört değil, altı test uygulanmaya başladı. Geçen yıl tekrar iki basamaklı oldu. Bu yıl, ilk basamakta tek bir sınav yapılırken; ikinci basamakta iki haftasonuna yayılan dört ayrı sınav yapılıyor. Bu sınavlarda, bir adaya toplamda on ayrı soru kitapçığı dağıtılıyor. Aynı sınavda üç ayrı soru kitapçığı dağıtılması gerekiyor bazen. Şimdilerde genç olmamanın en büyük avantajı herhalde bu karmaşıklığa girmemek.

* ÖSYM skandallara karıştıkça sınavlar karmaşıklaşıyor; içeriye metal eşya, çanta, saat vesaire sokulamıyor. Bütün bunlar ne işe yarıyor peki? Şifreyle, mikro-kulaklıklarla kopya çekilmesine engel olabiliyor mu mesela? Ya soruların sızdırılmasına? Öyle çok konuda -mış gibi yapıyoruz ki... Sınav salonlarında o çocukların gözlerinin içine baka baka geleceklerini çalıyoruz, hem de iki basamaklı uzun ritüellerle.

* Uzun ritüellerle diyorum, çünkü sınav görevlilierinin işe başlama saatleri 08.30; adayların salona alınma saati 09.00; yapılması gereken şey cevap kağıtlarının ve soruların dağıtılması ve kodlamaların yapılması (en fazla 8-10 dakika sürüyor); ama biz bir saat boyunca bir birbirimize, bir duvardaki saate bakıyoruz. Özellikle soru kitapçıklarını verdikten sonra sınıftaki o rahatsız edici sessizlik o kadar uzuyor ki... Uzun ve dayanılmaz bir psikolojik savaş sanki yaşanan.

* Sınavda görevli gözetmenlerden bazıları Milli Eğitim'e bağlı öğretmenler.Öğrencileri birer böcek gibi görmelerinin yanı sıra, bu sınavın çocukların yaşamındaki önemini rahatlıkla yadsıyabiliyorlar. Önemsedikleri tek şey buradan kazanacakları ek ücret ve işlerin kendileri için kolay yürümesi. Adalet duygusundan yoksun olmaları ve herkesin eşit muamele görmesi konusundaki yetersizliklerini, bu konularda yol açtıkları haksızlıkları saymıyorum bile. Bugün iki öğretmenle çalışırken, sınava girenlere "Korkmayın, artık bunlardan kurtuluyorsunuz; daha düzgün insanlarla karşılaşacaksınız." demek geldi içimden.

* Cumartesi bir lisede girdim sınava. Duvarda bir Türkiye bir de dünya haritası vardı. Bir şey dikkatimi çekti: Bizim zamanımızda sınırlar kırmızı kesik çizgiyle gösterilirdi. Şimdilerde içinden siyah kesik çizgiler geçen hayli kalın kırmızı çizgilerle gösterilmiş. Bizim zamanımızda o kesiklerden geçebileceğini söylerdi sanki sınırlar. İyi-kötü bir gidiş-geliş var gibiydi buralardan. Şimdilerde o kadar kalın, öyle kırmızı çizgilerimiz var ki; çıksak giremeyeceğiz, girsek çıkamayacağız sanki. Amaçlanmış olsun olmasın, bana bunu söyledi ortaöğretimde kullanılan haritalar.

Haftasonunu beş saatin üzerinde suskunca etrafa bakarak geçiren bir kişi ne yapar? Başkalarını bilemem; ama ben sıkça etrafı gözlemlerim. Bu suskunluktan da bana bunlar kaldı. Önümüzdeki haftayı meraksız ve hevessizce bekliyorum..

Pazartesi, Haziran 06, 2011

edith

Edith bize müzikten falan bahsetsin; yeni albümleri haber versin ve hatta yeni bir liste yapsın bence..

Kafalara iyi gelir..

Cumartesi, Haziran 04, 2011

"Elimden gelen azdı. Ama hükmedenler / Daha rahat olurdu bensiz, buydu umudum."

Hiç tanıdığınız birini gözaltına aldılar mı sizin? Gözaltındayken kendisine yapılan işkenceleri anlatan biriyle karşılaştınız mı; gözünün içine bakabildiniz mi o yaşadıklarını anlatırken? Hiç hapise düşen/düşmüş bir arkadaşınız oldu mu; "mapusta sigarasız kalmamak için komün kurmak gerektiğini" heyecanla haber veren birini dinlediniz mi? Polis araçlarına itile kakıla sokulurken isimlerini bağıran genç insanları, o adları tanıdığınızın farkına vardınız mı hiç?

Geçen hafta ben bu sorulara yeni evet yanıtları ekledim. Gözaltına alınan, 82 saat terörle mücadeler birimlerince sorgulanan, sıra dayağından geçirilen, hakaretler yiyen ve hücrelere kapatılan arkadaşlarımdan biri serbest, diğeri tutuklandı. Birlikte gözaltına alındıkları onlarca insanın kelepçe ve coplar nedeniyle oluşan morlukları var. Tesadüf o ki, bu insanlardan bir kısmı SBF'de Burhan Kuzu'ya karşı yapılan eylemin katılımcıları.

Söylemek istediklerimi ifade etmekte zorlanıyorum. Sabahtan beri bir şeyler söylemem gerektiğini düşünüyorum; ama bir türlü bilemiyorum bunu nasıl yapacağımı. Dilim tutuk, yazım bozuk, dağınık..

Yıldırım Türker bugün Vedat Türkali'ye saygı duruşuna geçerken Brecht'in vasiyet olarak yazdığı şiiri hatırlatmış. Okuyalım, umut edelim..

Bizden Sonra Doğanlara

I
Gerçekten, karanlık günlerde yaşıyorum!
Doğru söz delilik. Düz alın
Kanıtı vurdumduymazın. Gülen ki
Korkunç haberi
Henüz almamış.

Ne günlere kaldık, ki
Neredeyse suçtur ağaç üzerine bir konuşma
İçerir çünkü susmayı bunca kötülük üstüne!
Orda ağırdan caddeyi geçen
Erişilmez mi dara düşen
Arkadaşları için?

Doğrudur: geçimimi sağlıyorum daha
Ama inanın: bu bir rastlantı yalnız. Yaptığım
Hiçbir iş doyma hakkını vermiyor bana.
Rasgele korunmuşum. (Talihim dönüverse. Yokum.)

Bana diyorlar: ye iç! Bak keyfine!
Nasıl yer içerim, kaparsam
Yiyeceğimi bir açın elinden ve
Bardaktaki suyum bir susuzda yoksa?
Ve yiyip içiyorum gene de.

İsterdim bilge olmak.
Eski kitaplarda yazılı nedir bilge
Kavga dışı kalmak dünyada ve kısa yaşamını
Korkusuz geçirmek
Zora başvurmadan edebilmek
Kötülüğe iyilikle karşılık vermek

İsteklerine ermeyip, unutmak
İşi bilgenin.
Yapamam bütün bunları:
Gerçekten, karanlık günlerde yaşıyorum!

II
Şehre geldim bozuk düzen günlerde
Açıklık sürerken.
İnsan arasına karıştım ayaklanmada
Ve onlarla birlikte öfkelendim.
Böyle geçti zamanım
Yeryüzünde.

Yemeğimi yedim iki savaş arası
Katillerin arasında yattım
Sevgiye saygısız
Ve doğaya sabırsız baktım.
Böyle geçti zamanım
Yeryüzünde

Her yol batağa çıkardı benim zamanımda.
Dilim durmaz ele verirdi beni.
Elimden gelen azdı. Ama hükmedenler
Daha rahat olurdu bensiz, buydu umudum.
Böyle geçti zamanım
Yeryüzünde.

Gücüm azdı. Hedef
Uzak mı uzak.
Apaçık belliydi, benim ulaşmam
Mümkün değildiyse de.
Böyle geçti zamanım
Yeryüzünde.

III
Siz, siz ki çıkacaksınız
Battığımız tufandan
Düşünün
Eksiklerimizden söz ederken
Karanlık çağı da
Sizin kurtulduğunuz.
Gittiydik, ayakkabıdan çok ülke değiştirip
Sınıf savaşları arasından, umarsız
Yalnız haksızlık var da baş kaldırma yoktuysa.

Biliyoruz oysa:
Alçaklıktan nefret bile
Çarpıtır çizgileri
Haksızlığa öfke bile
Kısar sesi. Ah, biz
Hazırlamak isterken dostluk yolunu
Dost olamadık kendimiz.

Siz ama, o gün gelince
İnsanın insana el uzattığı
Anın bizi
Hoşgörüyle.

Bertolt Brecht

Perşembe, Mayıs 26, 2011

"Boğaz'ın Boasları" Bize Pek Yabancı..

Galatasaray Terim'le anlaştı.. Yine.. Umarım işler iyi gider de, yine acı çekmeyiz futbol izleyelim derken. Fakat olması gereken böyle bir şey miydi, diye sormadan da edemiyorum.

Bugün Uğur Vardan çok güzel bir yazı yazmış Radikal'e: "Oysa ihtiyacımız olan Boğaz'ın Boasları". Morinho'nun asistanı olarak başladığı kariyerine Porto'yu UEFA şampiyonu yaparak devam eden 1977 doğumlu Andre Villas-Boas'tan söz ediyor ve ekliyor: Porto, Morinho'nun peşine düşmek yerine, yeni isimler aramak ve yetiştirmek gerektiği üzerinde duruyor ve ekliyor: "Gönül isterdi ki, Terim bildik sulara sıkışıp kalmasın, ya Avrupa’da yeni meydan okumalara soyunsun, olmadı hazır ‘Büyük bir camianın takımı’nı tekrar revize etmeye soyunmasın, yepyeni bir takım alsın, kendisini orada sınasın, ekolünü, üslubunu o yeni takımda bir kez daha yeniden yaratsın ve bu türden sınavlarla kendisine ve futbol camiasına özgüven aşılasın, geçmişinde de asistan yetiştirmiş olsun ve yetiştirdikleri Galatasaray’da ya da başka takımlarda farklı ve taze rüzgârlar estirsin… Ama gelinen noktada, bu saydıklarımı bir ütopya olarak algılayacak ve ‘Üçüncü Terim dönemi’nin gerçekleriyle yaşayıp gideceğiz anlaşılan…"

Niyetim Vardan'ın yazısını burada yeniden yazmak değil elbette. İsteyen açar, okur zaten. Fakat aklıma gelen başka bir şey var: Ne bugün Avrupa'nın en "acayip" teknik adamı Morinho, ne MANU'yu ben o takımın adını öğrendiğimden beri çalıştıran Alex Ferguson, ne de Boas çok pırıltılı futbol oyunculuğu kariyerlerine sahipler. Sahip oldukları, yapabildikleri şey ise futbolun nasıl anlaşılabileceğini, nasıl yorumlanabileceğini ve yönetilebileceğini kavrayabilmiş olmak. Tabii ki, hem saha içinde hem de saha dışında bu işi başarıyla yapabilmiş örnekler var. Buna karşılık, bana öyle geliyor ki, artık futbola uzaktan da bakabilen, saha içindeki durumları 'oranın havasını bilme'nin ötesinde 'uzaktan değerlendirerek' bir düşünce ve yönetim ortaya koyabilen kişiler artık futbolun ve başka takım sporlarının kilit isimleri haline geliyorlar.

Bu düşüncemin arkasında izlediğim oyundan ne anladığım kadar, Arendt'in Kant okumasında söz ettiği bir düşünce yatıyor aslında. Burada Arendt "actor" ve spectator" arasındaki ayrıma dikkat çekerek, olayın içerisinde "eyleyen" olarak yer alan "actor"ın, konumu gereği gözen kaçıracağı şeyler olduğunu ve bu nedenle olayların anlamının ancak onları dışarıdan gözleyen ve soğuk kanlılıkla değerlendirebilen "spectator" tarafından doğru biçimde saptanabileceğini söyliüyor. Devir "spectator"ların futbolun anlamını yeniden saptama devri midir? Bunu daha uzun süre futbol izledikten, her şey olup bittikten sonra göreceğiz. Keşke Türkiye'de de böyle (mesela Abdullah Avcı gibi) futbol figürlerine, "spectator"lara sahip olsak..

Pazar, Mayıs 22, 2011

a feast of friends

wow, i'm sick of doubt
live in the light of certain
south
cruel bindings.
the servants have the power
dog-men and their mean women
pulling poor blankets over
our sailors.

i'm sick of these dour faces
staring at me from the tv
tower, i want roses in
my garden bower; dig?
royal babies, rubies
must now replace aborted
strangers in the mud
these mutants, blood-meal
for the plant that's plowed.

they are waiting to take us into
the severed garden.
do you know how pale and wanton thrillful
comes death on a strange hour
unannounced, unplanned for
like a scaring over-friendly guest you've
brought to bed.
death makes angels of us all
and gives us wings
where we had shoulders
smooth as raven's
claws.

no more money, no more fancy dress
this other kingdom seems by far the best
until it's other jaw reveals incest
and loose obedience to a vegetable law.
i will not go
prefer a feast of friends
to the giant family.

Jim Morrison

ÇIPLAK (CIPLAK, çiplak, ciplak ve daha neler neler, hepsi reklamlardan sonra...)

bir nüdist olarak (tamamen içsel), andrebilmemkim rumuzlu yünan öykünmesi (nüdistim, barışçıyım, hümanistim, milliyetçiyim, kafatasçıyım [ilkokul öğretmenime dönerek hayali amerikan gangster şapkamın {nüdistim ya, tamamen cıbılım} ucuna minik bir dokunuşla selamlıyorum], türk olmayanı tepeleme konusunda neden bilmiyorum bazı bazı bilmemkaç milisaniye kendime gelmem mi gerekiyor ne[ben bilmem freud bilir]...) yazarın çağrısına kulak verip "çıplak" yasağı konusundaki duygularımı paylaşmak isterim...

konuyu toparlayarak hemen en içten anlık hislerimi paylaşıyım(hislerimi değil de bir duygu seli içinde şekillenen davranışlarımı): hiç şaşırmama, hafifiten bir komiğime gitme, bıyık altından sırıtma refleksi(ne kadar da haklıyım iması da yok değil), keşke daha çok ve derin oğuz atay okusaydım da "bilinç akışı" konusunda azıcık edebiyat parçalayabilseydim arzusu ve devamındaki diğer saçmalıklar...

kısa yani... öyle pek bir hislendirmedi bu yasak beni. (yahu bir yasak bir beni ne kadar hislendirebilir ki zati?[alegorik {peh peh peh}])

konusu açılmışken bu nüdistlik konusundaki düzensiz düşüncelerimi paylaşmak konusundaki engel olamadığım arzuma (konu açılınca oluştu bu his) da cevap vereyim - ki zaten bu yazıyı da muhtemelen sadece bu sebeple yazmaktayım-. (yazım kuralı yarattım hohoyt)

bana göre nüdizmin çok küçük bir kısmı bedensel çıplaklığı ifade etmektedir (öyle yüzde bilmemkaçı demek istiyorum da bir yüzdeye koyamıyorum tam, ama epey minik bir bölümünü kast ediyorum) insan kafada nüdist olmalı, düşüncede, zihniyette... çıplak düşünce, çıplak ifade, çıplak zihniyet gibi...

insanın üzerine geçirdiği kıyafetler gibi kafada oluşturduğu paradigmalar (%100 dış etmenli olduğuna inanırım) sınırlamasın, çevrelemesin dışardan bakılınca; dış dünyaya ifade ederken insanoğlu kendini (konuşmayla, jestile, tavırla ıvır zıvır) üzerine geçirdiği kıyafet, saat, gözlük, makyaj, aksesuar her neyse değil de insan insan olsun... hava soğuksa düşünce, ifade üşüsün, sıcaksa terlesin; ortam gerginse soğuk terler döksün, iyiyse kafadakiler hemen yüze vursun aptal aptal gülmece; karşıdakinden etkileniyorsa hemen mala bağlamaca saçmalamaca, kızgınsa heheeyytt... ne kadar başarılıyım ben bu konuda? çook başarısızım, ama çabalıyorum (bazı bazı lokal başarılarım mevcut, keşke herkeş yapsa)...

paylaştım rahatladım. ama hakkını verebildim mi? hiiiç de veremedim. ama pazar sabahı ilginçliği olarak bu aktiviteden de keyif aldım.

oh böyle cıbıl cıbıl...

Cumartesi, Mayıs 21, 2011

Şişman Haydar büyütücüyü fişe taktı.

31: Dertli sayı; yanlış anlaşılmış, çok yüklenilmiş. Yasak.

Adrianne: Tanımıyorum kendisini; herhalde önemli biri.. Yasak.

Animal: İngilizce "hayvan" demekmiş. Ben de TİB'den öğrendim. Yasak.

Hayvan: Enteresan fantezi. Yasak.

Baldiz: Baldan tatlı olduğu TİB'ce kanıtlanmıştır kanımca. Yasak.

Beat: William Burroughs mesela. Yasak.

Buyutucu: Büyütmek yasak.

Ciplak: Bu konudaki ayrıntılı açıklamayı nüdist arkadaşımız maldonado efsanesi'ne bırakıyorum. Yine de yasak sonuç olarak.

Citir: Yansıma sözcükler vardı; onlardan.. Yasak.

Escort: 'Ford'u çağrıştırır bana hep. Ford da yasak mı acaba?

Etek: Yasakmış bu da. Diz altı giyenlere göz yumulur bence.

Fire: Bir başka İngilizce sözcük; yanmayacaksın..

Girl: Google'da aradım, ilk sonucun başlığı "Fedakar Kız" çıktı. :) Fedakar olan da yasak.

Ateşli: Alevli.. Yasak.

Frikik: Hagi çok acı vururdu.. Artık yasak.

Free: Öyle beleş yok!

Gey: Devletimiz tarafından ağza alınmayan bir varoluş biçimi. TİB'den dev bir adım.. Tabularımız yıkıldı. Sonuçta yasaklandı.

Gay: İngilizcesi de yasak tabii.

Gizli: Her şey şeffaf olmalı bence de.. Gizli yasaklansın..

Got: Bunun Türkçesi de İngilizcesi kadar neşeli: GÖT. Eh, göt dediğin yasak olur.

Hatun: Mesela Hürrem Hatun.. Zaten kıyamet kopmuştu bununla ilgili. Yasaklansın, kurtulalım.

Haydar: Favori yasaklım.. Haydar'ın suçu ne abiler? Bence Haydar'lar Tophane'de toplanıp kendilerini yaksın.

Nubile: Googlelayın; çıkanlara bakın lütfen. Her şeyin anlamını devletin açıklamasını beklemeyin.

Hikaye: Bilemedim..

Homemade: Evde yapmayın arkadaşım!

Hot: Ateşle ilgili herhalde..

İtiraf: Edilmemeli..

Liseli: Olmamalı. Liseliler üniversite sınavına çalışsın..

Nefes: Bunun filmi yok muydu?.. Demek o da yasak.

Partner: Yiyorsa teke tek gel! mesajını alıyoruz.

Pic: Picture demek istediğini düşünmek istiyorum.. "ç"lisi ağır olur.

Sarisin: Çakma olanlar yasaklanmış. Doğallara saygı sonsuz..

Sisman: Obez zaten bunlar; pislikler. Bence hepsini zayıflatalım.

Teen: Sivilceleri var, ondan.. Yasakla gitsin.

Yasak: Süper, yasak da yasak..

Yerli: Malı vardır; ondan herhalde..

Yetiskin: "Biz hiç büyümeyelim Recep; hep çocuk kalalım.."

Cumartesi, Ocak 01, 2011