Salı, Ekim 26, 2010

/\

ne varolma kaygısı
ne de soğuk nefesi ölümün
ve yalnızlığın
çıldırmak veya çıldırmamak
veya ne zaman çıldıracağımıza karar vermek
işte bütün mesele bu.
karar vermek
sevmekten
umut etmekten
ve bilmekten
ne zaman çekileceğimize.

Çarşamba, Ekim 20, 2010

Dostluk üzerine fikir uçuşması

Beni pek meşgul eden kavramlardan biridir dostluk kavramı. Bu kavramla ilk kez doktoramın ilk yılında Siyasal Düşünceler Tarihi dersinde Ayhan Yalçınkaya'nın önerisiyle tanışmıştım. Ayhan Hoca, Hellenistik felsefe üzerine yapacağım sunuşu bu dönemde değişmeye başlayan dostluk kavrayışı üzerinden sorunsallaştırabileceğimi söylemiş, beni dostluk üzerine düşünmeye itmişti.

Çok sonraları dostluk meselesinin Platon ve Aristoteles için de hayli politik bir içerikle donatılmış olduklarını öğrendim. Bu iki düşünür aşk ve sevgi kavrayışlarını tesis etmeyi de dostluk çerçevesinde gerçekleştiriyorlardı. Platon, daha romantik ve "bir"leşme/"tek"leşme çerçevesinde ele aldığı "eros" kavramını öne çıkarırken, Aristoteles gönül yakınlıkları çerçevesinde kurulan bir yaşamın merkezinde yer alabilecek "philia" kavramını benimsiyordu.

Bütün bunları neden yazıyorum peki? Bugün Devrim Hoca'dan aldığım bir mesaj ve bunun sonrasında yaptığımız konuşma, bizim burada yaptığımız şeyin, birlikte -bir gönül yakınlığının sonucu olarak- yaptığımız bu şeyin -bir blog yazmanın- "philia" ile ilişkili bir durum olduğunu gösterdi bana. Aslında çok da değerli bir şey sanki bu. Farklı uzmanlıklara ve hayat görüşlerine sahip kişilerin bir yerde bir araya gelip bir şeyler söyleyebilmeleri philia ile ilgili bir etkinlik olsa gerek.

Biraz sayıklar gibi yazıyorum şu anda, biliyorum. Fakat bir durun, dinleyin.. Etkilendiğim ve asıl olarak paylaşmak istediğim bir şey var: Devrim Hoca'nın bana gönderdiği mesaj şöyleydi:
"We know that there are no friends, but I pray you, my friends, act so that henceforth there are. You, my friends, be my friends. You already are, since that is what I am calling you. Moreover, how could I be your friend; if friendship were not still to come, to de desired, to be promised?; If I give you friendship, it is because there is no friendship (perhaps); it does not exist presently." (Jacques Derrida)
Montaigne, bu sözlerin Aristoteles'e ait olduğunu yazıyor. Fakat Aristoteles'in bugüne ulaşan metinleri arasında böyle bir pasaj yok. Jacques Derrida da, Aristoteles'in bugüne bir biçimde ulaşmayı başarabilmiş bu sözlerinden öyle etkileniyor ki, "The Politics of Friendship" adında (okuması hayli zor) bir kitap yazıyor. Derrida'nın yaptığı bu şeyi öyle etkileyici ve heyecan verici buluyorum ki... Düşünün bir kere; bir adam, kendisinden 2500 yıl önce yaşamış birinin bugüne ulaşmış eserleri arasına bile giremeyen bir pasajı başka metinler üzerinden keşfediyor ve bunun üzerine bizim yaşamımıza ışık tutacak, kulağımıza bir şeyler fısıldayacak bir kitap yazıyor. Düşünün ki, Derrida ortalığa düşmüş "dost" arıyor.

Buradaki pasajın beni etkileyen ve onu buraya taşımama neden olan ikinci özelliği ise, bizim burada yapmaya çalıştığımız şeyin de belki bu yoldan anlaşılabileceğini düşünmemdi. Bizler, hiç şüphesiz, bir dostlar topluluğuyuz. Birbirimizle böyle bir çaba içine gireceğimize "söz verdik". (Aslında bunu başka başka dost gruplarıyla defalarca kez tekrarlıyoruz.) Fakat dostluk, söz verdiğimiz yerde kalacak bir şey mi acaba? Derrida, bunu ortaya çıkarıyor ya işte: Dostluk, hiçbir zaman burada var olmasıyla gerçekliği kanıtlanabilecek bir şey olamaz; o ancak ve ancak gelen/gelecek ("coming") bir şey olabilir. Verilen bir sözün, yapacağımızı söylediğimiz bir şeyin gerçekleşme potansiyeli... Bizim dostlar topluluğu olarak, birbirimizle birlikte olabilecek olma potansiyelimiz; ama burada, şimdi değil. Ancak bir olasılık, gelmekte olan bir şey olarak...
Bir kez daha söylemekte kusur yok: "How could I be your friend; if friendship were not still to come, to de desired, to be promised?" Öyleyse sormakta da sorun yok elbet: Dostlarım, dostum olur musunuz?

*

daysarenotsunnynotevenfunny
itstruewe'retrappedhere
insadnessandalittlebitofmadness...
e.



Cumartesi, Ekim 16, 2010

İyi Şeyler

Geçtiğimiz haftayı Emir Kustirica'nın Altın Portakal maceralrı ve "pek sevgili" devlet erkanımızın duyarlıklarının tartışılmasıyla geçirdik. Haberler, tartışmalar her zaman olduğu gibi sıkıcıydı. Fakat önemli bir haber, biraz da sstır arasında kalarak düştü internet sitelerine, gazetelere. Yunanistan'da 7 Aralık 2008'de bir polisin öldürdüğü Aleksandros Grigoropolus'un katiline ömür boyu hapis cezası verildi. Hatırlarsanız, polisin sokakta infaz ettiği 'Aleko'nun ölümünden sonra Yunanistan uzun süredir Avrupa'da görmediğimiz bir sokak hareketine sahne olmuştu.

Verilen cezanın Aleko'nun ölümünü geri alamayacağı açık. Hatta anarşistlerin Atina'daki canlanmasına sebep olan bu olayın, bir kişinin yaşamının bitmesi anlamına geldiğini de hep hatırlatıyorum kendime. Derrida'nın Marx'ın Hayaletleri'nin girişinde dikkat çektiği gibi, bir insanın ölümü ister bir bayrak gibi simgeleşsin, ister dava içinden anlaşılsın sonuç olarak bir insanın, bir ismin ölümüdür ve bu nedenle biriciktir. Dolayısıyla ne Atina sokaklarında yaşananlar ne de bu ceza Aleko'nun, bu özel ismin, yaşamının anlamı olabilir. Fakat biz geride kalanların adalet duygusu için Aleko'nun ölümünün bir cezaya konu olması önemli gözüküyor. İçim rahatladı mı öğrendikten sonra? Pek öyle olduğunu söyleyemem; rahatlamamalı da. Fakat resmi bir katilin cezalandırılması adil ve iyi bir şey. Umarım Hrant Dink'in ölümünden sonra da 'iyi bir şey'le karşılaşabiliriz.

Haftanın ikinci iyi şeyi ise haftasonunda izlediğim Kustirica'nın Maradona belgeseliydi. Öyle fazla gollerle bezenmiş, Maradona'nın muhteşem futboluna odaklanmış bir film çekmemiş Kustirica; temel derdi Maradona'nın nasıl bir insan/tanrı olduğunu göstermek istemiş. Bence başarmış da.. Zaten film, Maradona'nın insan formunda bir tanrı olduğunun kabulüyle başlıyor ve bunun üzerine kuruluyor. Tüm filmi kateden bir politik tavır da mevcut ve bu tavır, Maradona'nın politik duruşuyla gösteriliyor. Sonlara doğru ise, Maradona'nın (tanrı bile olsa) insani yanlarıyla, hatalarıyla yüzleşmesine ayrılmış sanki. Hiç ağlak olmayan, ama Maradona'nın yaptığı yanlışları ve onları geri döndürülemez biçimde gerçekleştirdiğini nasıl anladığı üzerine kurulu. Kustirica sanki "Tanrı da olsanız, bu dünyaya inince, onun yapısı gereği hatalar yapıyorsunuz." demeye getirmiş ince ince. Fakat son sahne, bizi o hataların ağırlığından kurtarıyor: Maradona sahneye çıkıp kendi şarkısını dostları ve ailesiyle öyle güzel söylüyor ki... Bütün hafta o şarkıyı dinledim, desem abartmamış olurum. (Aşağıya da postalıyorum zaten.)Maradona, bu hafta başıma gelen en iyi şeydi..

Add/Drop

Bildiğiniz gibi, veya anlaşılacağı üzere, bizim blog kollektif bir çalışma. Son zamanlarda benden başka yazan olmasa da, ben hala bu birlikte bir şeyler yapma kapasitesine inanmak istiyorum. Arendt, buna dynamis diyor mesela: birlikte bir şeyler yapabilme ve ortaya çıkarabilme kapasitesi. Bu kapasite bazı zamanlarda edimsel bir şeye dönüşüyor; yani bazı şeyler ortaya çıkarıyor. Bazı zamanlarda ise yalnızca bir kapasite olarak, bir potansiyel olarak, varlığını alttan alta sürdürüyor.

Laf kalabalığı yaptığımın farkındatım; ama yazmak istedim bugün. Aslında bir şeyi buradan haber vermek istedim. Takip ettiğim, takip etmenin keyifli olduğunu düşündüğüm bazı blog ve internet sitelerini ekledim bizim sayfaya.

Kollektifin üyeleri,
Sizler de ekleyiniz ve memnuniyetsiz olduğunuz eklemeleri belirtiniz lütfen; tartışalım..

Sevgili okuyucu,
Sen de bizim yazılardan sonra belki bunlara da bakmak istersin. Ben her gün baıyorum, pek pişman olmadım..

Umarım birlikte bir şeyler ortaya çıkarmanın mutluluğu şehre geri döner.

Pazartesi, Ekim 04, 2010

Norgunk!

Soruyu Abdurrahman Aydın sordu başlangıçta: “Hepimiz bir yıkım sürecinin içine doğuyoruz. Bu sürecin içinden çıkmak mümkün mü?” Abdurrahman’ın Deleuze ve Guattari’nin ‘Felsefe Nedir’de dile getirdikleri problemlerden birini aktarma biçimiydi bu soru. İçine doğulan dünyayı sorunsallaştırması ve onu değiştirmek, yıkım sürecinden çıkmak için onu değiştirmeyi amaçlayan bir soru/arayış başlı başına politiktir. Bu nedenle de politik tartışmanın konusu olmalıdır.
Abdurrahman’ın sorusuna ilk anda verdiğim yanıt şöyle olmuştu: “Morde ratesden,/ Esur tinga serg! Teslarom portog tis ugor anleter, ferto tagan ugotahenc metoy-doscent zist. Norgunk!” Bir kez okumuş olanların bile, kimden alıntılandığını fark ettiğine emin olduğum bir pasaj bu. Oğuz Atay’ın ‘Korkuyu Beklerken’inde ana temeyı oluşturan ve ne anlama geldiği, hangi dilde ve dünyada konuştuğuna bir türlü karar verilemeyen ve en sonunda anlamı açıklanmadan bırakılsa da, öykünün kahramanının en ciddi meşkalesi (ve korkusu) haline gelen not. Arkadaşıma vermek istediğim yanıt, onun da pek iyi anladığı ve zalimce bulduğu gibi, problematize ettiğimiz ve içinden doğumumuzdan beri bir türlü çıkamadığımız yıkım sürecini sonlandırmanın ancak ve ancak sahip olduğumuz kavramsal içeriklerin ve bu içerikleri içerisinde oluşturduğumuz/inşa ettiğimiz dilin aşılması/değiştirilmesi yoluyla olabileceğiydi.
Geçen günlerde aynı hayalin, ve belki de çözümün, ‘Tutunamayanlar’ın Selim’i tarafından da benzer biçimde kurulmuş olduğuydu. Şöyle diyor Selim: “Yeni bir dilbilgisi kitabı çıktı mı bugünlerde? Öznenin, yüklemin filan başka bir düzen içinde yerleştirilmesini sağlayarak beni istediğim anlama kavuşturacak böyle bir kitap. Ne diyorlarsa, yalnız onu demek isteyecekler için geliştirilmiş bir düşünce ve ifade kuralları ne zaman bulunacak?”
Söz konusu sorunun ve ona verilen benzer yanıtların izini felsefe ve edebiyat alanında başka isimler aracılığıyla da sürebiliriz. Dolayısıyla içinde yaşadığımız yıkıcı düzeni (kapitalizm, modernlik veya başka adlarla rahatlıkla anılabilir) aşmaya yönelen düşünürler her zaman önce ifade biçimlerimizin aşılması gerektiğine dikkat çekiyorlar. Aramak, aramak, düşünmek ve yeniden inşa etmek gerekiyor içinde yaşadığımız dünya gibi, hava gibi etrafımızı saran dilin sınırlarını, varlığı, varolanı aşmak için.
Bir kez daha: Norgunk!