Perşembe, Kasım 17, 2011

( )

"...
Ufacık meyhaneler vardı daracık sokaklarda
Buna Armenak içerdi.

(İçmek! şimdi hep birden neyi deneyelim
Neyi
Sen, tanrıtanımaz kalabalık, büyük ağlamak
Dengesiz yokluk
Yerini bulamamak.
Seni mi, neyi?

Bir akşamüstü kıyılara çıkmıştık, şöyle bir durmak ne güzeldi
Bir pencere açıldı
Bir bardak ekşi erik rakısı içildi
Sanki bir defaya mahsus olmak üzere dünyaya bakıldı. Sonra
Balkonlar eski rengine boyandı ve güneş gözlükleri
Çıkarıldı
Yeryüzü anlatıldı, dinledik
Karışık olduk bir süre. Gözlerimizi
Sallantılı bir denize bırakır gibi içimize bıraktık
Sandallar bir yükü boşalttılar yani
Bir kenti boşalttılar, eviçlerinin
Karışık, durmaz halini

Sonsuzduk. Bir sonsuz adam denirse bize
Ve çılgın bir gemicinin diliyle söylersek
Küçücük bir seren direğinden kocaman
Dünyamız görünürdü.

Sonra her şey birdenbire çirkin, birdenbire çirkin, birdenbire
Çirkindi
Bozuldu bir akşamüstü kıyılara çıkmak çünkü
Eller bir soğuk el resmine girip dondular.
Ay çürüdü
Her şey bir hizada kaldı, bütün eşyaları kaldırdılar
O kaldı
Bir o kaldı: gelişen korku.

Yani kutsal kitaplardaki değil ve çağdaş felsefedeki
Seçkin bir dili abartırkenki görkemli
Bir korku değil
Değil de, ne Romalı bir köleninki
Ne engizisyon mahkemelerindeki, ne de
Barışsever bir yahudinin
Avlanırken duyduğu
Bir korku değil bu.
Ve bütün insan avlarında duyulan
Konuşmaya ya da teleşlanmaya
Hiç mi hiç vakit bırakmadan
Tüyler, anılar bir daha yaşasın, bırakmadan
Kocaman bir "vur!" sesi
Var ya
O bile değil.

Gelişen bir korku bu yalnız
Umudu,umutsuzluğu
Bir anlam getiren
Anlamsız bir soy olma korkusu

İçmek! şimdi hep birden neyi deneyelim
Neyi
Yalnız kaldık, yalnızlığımız bizim çok büyüdü
Dünya ayaklarımızdaydı galiba. Ellerimiz
Acılı bir şekilde gökyüzüne takılı
Ve nasıl benziyordu her şey ki baktığımız
Bir cambazhanenin kurumuş bir çıkartma gibi
Serili her şeyine
İşte burada diyebiliriz ki bay yargıç
İçmek çok yeni bir metafizikti
Öyleydi
Size günlerimizi gösterelim, geceleri
Yırtıcı kuşlarımızı ve örümceklerimizi
Didik didik edildiğini gövdemizin bay yargıç
Ah öyle değil
İçmek burada çok yeni bir metafizikti
Getiren cehennemini birlikte
Baş eğmez, ama yılgın bizleri
Cezalandıran
Yapayalnız kalmaktaki eylemimizi
Suçluyan bir metafizikti alkol
Öyleydi.
Ve yaşam söylemekti bay yargıç
Bilip de söyleyemediklerimizi
Eski bir umut kadar eskidik. V eski
Yaralarımızı gösterelim size, çürüklerimizi.

Koparılmış tırnaklarımızı bay yargıç
O soğuk karanlıklardan soğuk
Artakalan gözlerimizi
Ah öyle değil
Çünkü eski bir toplumbilimdi yargılanmak
Ve eski
Bir cehennemi uygulamaktı bizlere
Baş eğmez, ama yorgun bizlere.

İçmek! şimdi hep birden neyi deneyelim
Neyi
Yangınsız, cehennemsiz
Bir ölüm mü kalıyor sanki geriye
Oysa ölüm çok eski bir metafiziktir bay yargıç
Ve garip bir şekilde kirlenmenin
Adıdır ölüm
Sonra soğuk ve eski
Ve sonsuz bir dilekçenin
Altındaki pullar gibidir
İmzası görünmezse çürümüş iskeletlerimizin.)
..."

Edip Cansever
(Tragedyalar, V)

Çarşamba, Kasım 02, 2011

"Anonim türkü: Bir insan nasıl terörist olur?"

Bir süredir ayrıyım blogdan. Yazacak mecalim yok..

Fakat aşağıdaki yazıyı paylaşmak; görmeyen olursa belki burada görüp okur diye dikkat çekmek istedim. En kısa zamanda bir İngilizce çevirisini yapmak ve yine burada yayımlamak niyetindeyim.
Ezgi Başaran'ın "Anonim türkü: Bir insan nasıl terörist olur?" başlıklı yazısı... Radikal Gazetesi'nin 02 Kasım 2011 tarihli basımından alınmıştır ve aslına buraya tıklayarak ulaşılabilir..

Anonim türkü: Bir insan nasıl terörist olur?

EZGİ BAŞARAN

Anlatacağım hikâyenin çok benzerlerini, aynı öfke ve bıkkınlıkla KCK
tutukluları Prof. Büşra Ersanlı, Ragıp ve Deniz Zarakolu için okuyacaksınız.


"Otur!" "Aç gözünü aç, iyice aç, öylece o deliğe bak"... "Teyze
yapamıyorsun, gelip ben mi parmaklayayım gözünü! İyice aç diyorum sana!"
Sözleri duyuyorum da, geldiği yana bakmıyorum. Oğlunu ziyaret etmek için
gelen yaşlı kadının ne yapacağını şaşırmış, titrek halini görmemek için.
Cezaevine gelen tutuklu yakınlarına potansiyel suçlu muamelesi yapan o
berbat görevliyi görmemek için. Bakmıyorum.
Sincan Cezaevi L Tipi'nin bekleme odasındayım, bir babayı bir camekân
ardından oğlunu görebileceği alana doğru uğurladım. "Çağdaş'a benden çok
selam" diyerek.
Yarım saat henüz dolmadan döndü bir yıkıntı halinde Fatih Ersoy. Hopa'da
Metin Lokumcu'nun ölümünü Ankara'da protesto ettiği için tutuklanan Ömür
Çağdaş Ersoy'un babasıdır. Öğrenci Kolektifleri'nden ODTÜ'lü Çağdaş,
tutuklandıktan aylar sonra çıkan iddianameye göre THKP-C terör örgütü
üyesi olmakla suçlanıyor.

***

Sincan'dan yola çıktık, Ankara'nın içine doğru. Fatih Ersoy, "Kusura
bakmayın. Fazla sohbet edecek takatim yok. Ben böyle oluyorum her salı
günü. Çağdaş'ı öyle görünce şey oluyorum." Tarifsiz haller. Sessiz
sessiz gittik, Mülkiyeliler Derneği'nin bahçesine vardık.
Çağdaş'ın ODTÜ'den arkadaşı Özgür, Mülkiye'den arkadaşları Nurçin ve
Can, hocaları Prof. Ali Gökmen ve Prof. Işıkhan Güler bizi bekliyordu.
Müştekilerin tamamı polis, tutukluların neredeyse tamamı (28 kişiden
23'ü) öğrenci olan bir davayı sohbet konusu yapmaya çalışıyoruz. Bu
çocukların nasıl olup da, yani hangi yeryüzünün mantığıyla terörist ilan
edildiğini çözmeye uğraşıyoruz.

***

İddianameye göre:
Bu çocukların suç aletlerini sayıyorum: Flama, plastik çubuk (flamanın
takıldığı çubuktan söz ediyor), taş.
Çocukların evlerinde yapılan aramalar sonucunda bulunan deliller: Deniz
Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan fotoğrafları, posterleri, Mahir
Çayan'ın toplu yazıları, Irak Savaşı'nı protesto sırasında kullanılan
dövizler, "Dilenci değil yoksuluz, köle değil halkız" yazan bir pankart,
"Bayrampaşa'da 6 Kadını Diri Diri Yakanlar Cezalandırılsın" yazılı bir
pankart, Feminist Politika adlı dergi, Yürüyüş dergisi, Marx'ın
Yaşamöyküsü adlı kitap, Komünist Manifesto, Feuerbach ve Klasik Alman
Felsefesinin Sonu adlı kitap.
Örgüt olmanın kanıtı: Sistematik olarak eylem yapıyorlar. Örnek olarak;
AKP önünde eylem, NATO?ya karşı eylem, büyük şirketlerin önünde eylem, 1
Mayıs yürüyüşü.
Eğer şaka yapıyorsam, eğer abartıyorsam iddianame halka açıktır, bir
zahmet inceleyin.

***

Çağdaş ifadesinde, ?Hopa olaylarını okulda televizyondan duyduğunu,
protesto eylemini KESK ve Eğitim-Sen?in organize ettiğini, herhangi bir
terör örgütünün güdümünde ya da aracılığıyla bu eyleme katılmadığını,
basın açıklaması yaptığını ama yüzünü kapatmadığını, taş atmadığını,
polis aracına saldırmadığını? söylüyor. Ama bir saldırı var, ne
saldırısı olduğunu anlatacağım. Daha doğrusu koltuk değnekleriyle
zorlukla masamıza gelen Çağdaş?ın Halkevleri?nden arkadaşı Dilşat Aktaş
anlatacak:

***

"Malum gün Kızılay'da yürüdük. Çıkıp sesimizi duyuracağımız bir platform
yoktu. Ben işte o yüzden panzerin üzerine çıkmıştım. Hani Başbakan'ın
'kız mı kadın mı' diye bahsettiği kişi. Benim o. Dağıldıktan sonra ben
GMK'nın olduğu sokağa doğru saptım. Arkamdan birkaç polisin geldiğini ve
aralarından birinin "Lan lan o galiba, işte o" dediğini duydum.
Hızlandım. Polisler koşmaya başladı. Bir ağacın dibinde kıstırdılar
beni. 15 polis filan. Çembere aldılar. Birinin elinde kamera vardı.
Diğerinin sadece sesi geliyordu. ?Kasıklarına vurun, kasıklarına?
diyordu. Sonra Çağdaş geldi, "Yeter, kızı öldüreceksiniz" diye. Ben
Çağdaş'a "Sen git ezecekler" dedim. Artık çok geçti, ikimizi üst üste
koyup, oradan oraya savurdular. Çuval gibi. Sonra ne oldu
hatırlamıyorum. Beni ayağa kaldırmaya çalıştıklarında yere basamıyordum.
Sol ayağım boşluktaydı. O yüzden iki koluma girip yolda sürüklediler.
Beni gören iki vatandaş acıyıp ellerinden aldı. Taksiyle hastaneye
götürdüler. Kalçam kırılmış meğer. Ameliyat oldum. Tam olarak iyileşmem
3 yılı alacak. Zaten 2 ay hastanede yattım. Beni kurtarmaya çalışan
Çağdaş ve 27 arkadaşımız da aylardır hapishanede yatıyor. Terör bu."

***

Bir Çevik Kuvvet otobüsünden söz ediyorlar sonra... Eyleme katılan
öğrencilerin ve onların avukatlarının (toplamda 54 kişi) doldurulduğu, 5
saat mahsur bırakıldığı bir otobüs. O otobüs ki, içindekilere ?Siz
mundarsınız? diye hakaretler edildiği, cinsel uzuvlarının taciz edildiği
son model bir işkencehanedir. Oradan çıkanlar 6 aydır psikiyatrik tedavi
görmektedir. Hâlâ! Bu anlatılanları kulaklarımla duydum, ağzımdan
burnumdan kusmak istedim. İstedim ama bazı sözler, bazı sesler, bazı
haksızlıklar sistemden öyle öğürmekle atılamıyor.

***

İddianame şöyle son buluyor: "İddianamenin bir örneği yükseköğrenim
öğrencisi ve kamu görevlisi olan şüphelilerin öğrenim gördükleri fakülte
dekanlıkları ve çalıştıkları kurum amirliklerine gönderilmiştir." Yani
"Çocukların bundan sonraki eğitim hayatlarına da ipotek koymayı ihmal
etmedik" demek istiyor. Fakat burada öyle bir nokta var ki... İlginçten
ötedir: İhbar niteliğindeki bu iddianame üniversitelere, mahkemede kabul
edilmeden önce gönderilmiş. Bakın, iddianamenin mahkeme tarafından kabul
edilme tarihi 10 Ekim. Hacettepe Üniversitesi?ne gönderilme tarihi 5
Ekim. Bu nedir? Mahkeme denilen şeyin artık polis ve savcılar arasında
bir al gülüm/ver gülüm?e dönüşmesidir.

***

Ben bu hikâyeleri yüzüm kızararak dinledim, bu yazıyı da öfke ve
bıkkınlıktan gözleri yorulmuş bir insan olarak yazıyorum.
Belki çok benzerlerini, aynı öfke ve bıkkınlıkla KCK tutukluları Prof.
Büşra Ersanlı, Ragıp ve Deniz Zarakolu için okuyacaksınız.
Çünkü bu hikâyeler bugünün Türkiye?sinde anonimdir. İtiraz hakkını
kullanan, siyasi sözü olan herkesin dilinde dolanır.