Pazartesi, Nisan 30, 2012

Keşke Burada Olsaydın..

On gün önce bir akşam yola çıktım. Biraz eski günlerdeki gibiydi aslında: otobüsle en arka koltukta yapılan gece yolculukları. İlk iş kulaklığımı takıp kendimi etrafta olan bitenden soyutlamak istiyordum. Kulaklıklar yerindeydi, ama ne dinleyecektim? Eski günlerdeki gibi bir yolculuğa çıkıyorsam, eski günlerden birkaç şarkı da çağırabilirim, diye düşündüm ve biraz ekrana baktıktan sonra beni çarpan o albüm kapağını gördüm: Takım elbiseli bir adam, takım elbise giydirilmiş ve yanmakta olan bir cansız mankenle el sıkışıyor. Pink Floyd’dan söz ediyorum ve ‘Wish You Were Here’dan.

Albümü elime aldığım ilk günü hatırlıyorum da… Ortaokulun son yılıydı ve arkadaşım Yaman getirmişti dinlemem için. (Sonradan da bana hediye etti zaten albümü veya ben üzerine oturduğum için böyle yapmak zorunda kaldı. Hâlâ da sakladığım birkaç kaset arasında durur. Yaman’dan ve o günlerden harika bir hatıra…) İlk dinlediğimde neye uğradığımı şaşırmış ve hiçbir şeye benzetememiştim albümdeki şarkıları. Sözlerini okuyup anlamaya çalışmak da bir hayli zamanımı almıştı. O kadar çok ve üst üste dinleyince de sevmeye başladım. Özellikle son şarkı ‘Wish You Were Here’ı başa alıp alıp dinliyordum. Uzaktaki bir sevgiliye söyleniyor gibi bir his vardı içimde. O zamanlar dostluk üzerine bu kadar fazla düşüncem yokmuş meğer. İlerleyen zamanlarda, dostluğun ne çok anlama geldiğini anlamaya, düşünmeye ve araştırmaya başladıktan sonra başka kapıları araladı bu şarkı. Başlamışken, sözlerini de aktarayım:
“So, so you think you can tell / Heaven from Hell, / blue skies from pain. / Can you tell a green field from a cold steel rail? / A smile from a veil? / Do you think you can tell? / And did they get you to trade your heroes for ghosts? / Hot ashes for trees? / Hot air for a cool breeze? / Cold comfort for change? / And did you exchange / a walk on part in the war for a lead role in a cage? / How I wish, how I wish you were here. / We're just two lost souls swimming in a fish bowl, year after year, / Running over the same old ground. / What have you found? The same old fears. / Wish you were here.”

Yolculuk boyunca kaç kez dinlediğimi tam olarak bilmiyorum; ama hayli fazla olduğundan eminim. Aslında bu şarkının şu sıralar beni yeniden yakalamasına da şaşmamak gerek. Bu hafta ile birlikte son üç ayda iki dostu uzaklara göndermiş olduk ve onların daha yakında olmasını istediğimiz/isteyeceğimiz zamanlarda önemli bir artış oldu/olacak; buna hiç şüphe yok. Fakat mekânsal uzaklıkların bizimkiler gibi dostlukları sarsamayacağını düşünüyor ve başka bir konuyu düşünmeye çalışıyorum aslında. Tam da şarkının ortasındaki konuyu: “And did they get you to trade your heroes for ghosts? / Hot ashes for trees? / Hot air for a cool breeze? / Cold comfort for change? / And did you exchange / a walk on part in the war for a lead role in a cage? / How I wish, how I wish you were here.” sözleriyle karşımıza çıkan karşılaştırma benim ilgimi daha çok çekiyor. Pink Floyd’un “ruhu” olduğu söylenen ve bağımlılığı nedeniyle grubun dışında kalan Syd Barrett’a adandığı söylenen bu parçada, Syd’e duyulan özlemin ötesine geçen başka bir şey var: aynı saflarda yer aldığına emin olunan ve ayrı düşülen bir dosttan talep edilen, belki de çaresiz bir anda gereksinim duyulan bir yanıt. Bu yanıtın bir içeriğinin olması bile gerekmiyor aslında; bir yanıt olsun ve biz “savaşın kıyısında yürümeyi demir kafesteki bir başrole tercih ederken” yalnız olmadığımızı bilelim ve dizlerimizdeki dermansızlığı unutalım diye aranan dostça bir söz, bir ses. İnsanı yanlış tercihler yapmaktan koruyacak şeyin dostlar olduğunu bilen birinin içten fısıltısı: “Keşke burada olsaydın.”

Pink Floyd’un 1975’te çıkardığı bu albümden iki yıl önce ‘Dark Side of the Moon’ ile büyük bir üne kavuştuğunu ve ‘Wish You Were Here’da bu şöhretin getirdiği endüstri baskısı ve zorlu seçimleri eleştirdiğini biliyoruz. Albümün son şarkısı ise Syd Barrett’a olduğu kadar, gerçek dinleyicilerine de bir çağrı yapıyor: Dostlar, yanımızda olun/kalın! Zira gerek sistemin baskısından gerekse ışıltılı seçeneklerden kurtulmak; bunlar karşısında temiz kalmak yalnız kalmamak ile mümkün. Dostların vicdanı olmaksızın “doğru” bir varoluşun olanağının kalmadığına işaret ediyor sanki Pink Floyd. (Roger Waters, albüm sonrası bir konuşmasında, konserlere gelen bazı dinleyicilerin “Hangisi Pink?” diye sorduğundan şikâyet ediyor ve bu insanlara müzik yapmanın anlamını sorguluyor mesela.)

Pink Floyd’un ‘Wish You Were Here’ı yapmasından 167 yıl önce, 1808’de, Göthe de Faust’ta temiz kalmanın nasıl da olanaksız hale geldiğini anlatmıştı biraz; insanın ruhunu şeytanın harika tekliflerinden biri karşılığında satması durumunda ne hallere düşeceğini tasarlamıştı. Arzuladığı sınırsız mutluluğu vermesi karşılığında şeytana ruhunu veren Dr. Faust şöyle diyordu şarkısında: 

(Kendi acemi çevirimle aktarıyorum.)
“Özgürlüğüme giden yolda henüz savaşmadım. / Fakat sihri bu yoldan nasıl uzaklaştırabilir, / Öğrendiğim sihirli sözleri tam olarak nasıl unutabilirim ki… / Doğanın karşısında duruyorum, yalnız bir insan / İnsan olmanın bir değeri ve anlamı kalmışsa tabii / Bir insandım ben bir zamanlar; benliğim aramadan önce lanetini / sözlerimle kendime ve dünyaya musallat ettiğim bu laneti. / şimdi hayaletler kapladı her yeri / kimsenin nasıl kaçacağını bilmediği.”

Benliğin sınırsız mutluluk arzusunun bir lanete dönüşmüş olduğunu görmüştü Faust ve artık çok geçti; bir kez ruhunu şeytanın geri çevrilemez teklifi karşılığında satmıştı. Geriye kalan ise (Pink Floyd’un şarkısıyla da ortak bir tema olan) hayaletlerdi. ‘Wish You Were Here’ da benzer bir soruyu dile getiriyordu bu konuda: “kahramanlarını hayaletlerle takas eder misin?” Sanırım yüzyıllardır benzer kapılardan geçip benzer mecralara çıktığımızı itiraf etmemiz gerek.

Benliğin sınırsız mutluluk ve sınırsız seçim özgürlüğü isteği, bizi sadece yalnızlığa sürüklemekle kalmıyor; hayaletlerle de baş başa bırakıyor. Bundan kaçmak için ne yapabileceğimiz ise asıl soru. Sanırım tam da bunun için çağırıyoruz dostları zaman ve mekân tanımaksızın. Eğer böyle dostlara sahipsek ve onlar da varlıklarını bize hissettiriyorlarsa, hâlâ “iyi bir hayat yaşadım” deme şansımız olacak. Hayaletlerle baş başa kaldığımızda ise Göthe’nin Dr. Faust’a hazırladığı son gibi tanrıdan medet umacağız. Oysa bugünlerde tanrının da pek yardımı olmayacak bize. Tanrının ölümünün konuşulduğu bir çağın çocukları olarak, belki de şunu söyleyip duracağız şarkımızın sonunda: Bir dost insanın tanrısıdır artık; keşke burada olsaydın.

---

Not: Blogspot ne yazık ki kullanıcı arayüzünü değiştirmiş. Yazdıklarımı doğru biçimde görüntüleyebilmeniz için elimden gelen çabayı harcadım; ama gözümden kaçan bazı aksaklıklar da olabilir. Suçu yeni arayüze atar, sevgiler sunarım.

Pazartesi, Nisan 16, 2012

Midterm Mix


Bugün Edith’in doğum günü.. Akademisyenlerin doğum günü kutlamak konusundaki anlayışlarının garipliği ilk kez on yıl kadar önce okuduğum bir makalede dikkatimi çekmişti. Makalenin yazarı, önemsediği birinin ellinci yaşı onuruna bir yazı yayımlamış; adını da “Inter Arma Silent Leges” [“Savaş Zamanı Hukuk Susar”] koymuştu. Yazının konusu da, tahmin edileceği üzere, ABD’nin Irak müdahalesi ve haklı savaş doktrininin çeşitli kullanımlarıydı. Makaleyi okumayı bitirdikten sonra, böyle bir doğum günü armağanı almanın nasıl bir his uyandıracağını merak etmiştim. Pekâlâ, harika bir akademik tartışma söz konusuydu; ama bir doğum günü hediyesi olarak nasıl göründüğü başka bir konu.

Yine akademik çevreden bir arkadaşım, doğum günümde harika bir kitap hediye etmişti: II. Dünya Savaşı Tarihi (2 cilt). Kitabın ilk sayfasındaki notu şöyle başlıyordu: “Birine doğum gününde II. Dünya Savaşı’nı armağan etmek… Garip, ama kuzeyli gezginlerin perçemlerine yaraşır…” Doğum günü kutlamalarındaki akademik yetersizliği anlatmam bile satırlar aldı..

Bu acayip akademik bakış açısını daha baştan kabul etmekle birlikte, mütevazı bir kutlama yapmak isterim: Yaşamımıza kattığın her şey için teşekkürler Edith; iyi ki doğdun!.. Aslında tam olarak bu “için”leri öne sürerek de değil; “öyle” olduğu için ve saf haliyle iyi ki doğdun ve iyi ki bizimlesin..

---

Son iki haftada yazdığım, insanın üzerine biraz ağırlık çöktüren yazılara bir ara vermek ve ağlanacak halimize biraz gülebilmek istedim. Aslında bir haftaya yakın bir süredir, yazacaklarım aklıma geldikçe kendi kendime gülüyorum ara sıra. Sizinle geçen hafta sonu gözetmenlik yaparken karşılaştığım bazı yanıtları paylaşmak istiyorum. Aslında bu işin komiğini yapan birkaç güzel blog var ve öğrenci yaratıcılığının biraz da saçmalıkla karıştığı çeşitli yanıtları buralarda bulmak mümkün. Merak edenler aşağıdaki linke tıklayabilirler.
http://pedagojiksiddet.tumblr.com/
İşte not ettiğim çeşitli sınav incileri:
(Türkçeye çevirmedim; çünkü soruları çevirmem mümkün olsa da, yanıtların asıl yaratıcılığının ancak verildikleri dille anlaşılacağını düşündüm; hakkını verememekten ya da tersine, bartmaktan korktum.)

Soru: In what ways Renaissance, Reformation and Scientific Revolution can be considered as inteconnected phenomena?
Yanıt 1: God has given capacity to humans, thus humans can use brain as well as capacity.
Yanıt 2: When Renaissance started in 15. Decade, people who lives in a society wanted to know what happened in the past, why they are here? In that days important boks were hidden who doesn’t want to know people what is going on. In Renaissance there were Reformation as well. Then the people start to thinking and scientific revolution.

Soru: What are the characteristics of feudalism as a military and economic system?
Yanıt: Feudalism was started by Napolion. Government including economy and military system was used badly by Napolion.

Soru: Explain the characteristics of constitutionalism.
Yanıt: There are three parts of constitutionalismsuch as yasama, yürütme ve yargı.

Soru: Discuss the characteristics of Renaissance humanism.
Yanıt: Humanism is a study of human being. It studies how human live and nutrition. What they do for live. Renaissance humanism is study in that ages public situations.

Soru: Define or briefly explain the historical importance of Encyclopedia.
Yanıt: It is a written sorce as a book or as a online sorce which can make a search about any word or for any explanation. They are reliable sources. They have the historical importance because they cannot be changed easily in history. There were many wars in history but stil we have old source from that times.

Aslında oturup ağlanacak çok şey var bu yanıtlarda: Bunları yazanların sekiz haftadan uzun zamandır konuya ilişkin ders almaları; daha fenası, sorulanların hepimize ortaokuldan bu yana anlatıyor olması; sınavda istedikleri zaman İngilizce sözcük sorabilmeleri; benim gözetmen olarak bunları not alabiliyor olmam. Tamamına dair bir sürü acıklı şey söyleyebiliriz. Fakat bu kez “boş verin” diyorum. Boş verin ve gülümseyin. Biri bir şey sorarsa da “Eğitim şart!” dersiniz.

Pazartesi, Nisan 09, 2012

şiddet-im-iz


Geçen hafta umudu omzunda bir yük gibi taşıyan Brecht’ten söz etmiştim. Brecht ve onunla aynı safları, kaygıları paylaşanlar umudu taşırken hepimize çeşitli insanlık durumlarını da işaret ediyorlar. Bu insanlık durumları rahatsız edici ve huzur kaçırıcı olabilir; ama bu nitelikleri o durumların “sorunu” değildir elbette. Biz diğer insanlar (seyirciler, izleyiciler, dinleyiciler, okuyucular), bu tanıklık etmenin imkânsız olduğu insanlık durumlarına ortak olmaya, onlara bir anlam vermeye çalışırız. Onları göstermekteki amaç da bu olsa gerek: ortak bir anlam bulma çabası. Yoksa koltuğuna kurulup okuyan veya izleyen insanlar olarak bizler, önümüze koyulan bu insanlık durumuna ne tam anlamıyla tanıklık edebiliriz (çünkü durumun aynısının deneyimlenmesi olanaksızlaşmıştır artık), ne de onun bir “yorumunu” yapabiliriz (çünkü insanlık durumları yorumlanacak nesneler/konular [subject] değildir). Öyleyse, önümüzde duran bir insanlık durumuyla ne yapabiliriz? Örnekse, Brecht’in lastik değişimini sabırsızlıkla beklerken ne durumda olduğunun bizimle ilişkisini nasıl kuracağız?

Jacques Derrida Marx’ın Hayaletleri’nin hemen başında, yazdığı ithaf yazısında bize bir şey hatırlatır: Bir insanın hayatı, her şeyden önce(likli olarak), o insanın hayatıdır; o hayatla bir şey yapmadan önce (yani ona “şehit”, “kahraman” veya başkaca bir niteleyici söz atfetmeden önce) bu gerçeği kabullenmek gerekir. Dolayısıyla Brecht’in veya bir başkasının insanlık durumuyla anlamlı bir ilişki kurmak, öncelikle bu insanın yaşamının kendine özgü bir anlama sahip olduğunun kabullenilmesiyle mümkündür ancak. Bu kabulün ardında, önümüzdeki (bizimle paylaşılan) insanlık durumundan bir ortaklık ve bu ortaklığa dayalı bir anlam çıkarabilmek olanaklı hale gelecektir.

Bu teoriye göz kırpan, uzun ve biraz da sıkıcı girişi neden yaptım; sabrınızı daha fazla zorlamadan yanıt vereyim. Geçtiğimiz Çarşamba günü üniversitede düzenlenen Toplumsal Cinsiyet/Şiddet konferansına katıldım. Açılış konuşmasını yapacak olan kişi, Rutgers Üniversitesi’nden Prof. Evan Stark’tı. (Kendisi toplumsal cinsiyet-şiddet ilişkisini tanımlayacak bir kavram ortaya atmış ve böylece üne de kavuşmuş anladığım kadarıyla.) Stark’ı takdim edecek olan kişi, bir korsan sunuş yapacağını söyledi ve fotoğraflar eşliğinde birbiri ardına şiddet görmüş kadın/erkek öyküleri anlatmaya başladı. Bir dehşet verici öyküden diğerine geçerken ise şunu tekrarlayıp durdu: “my second/third/fourth case is …”. Önümüze koyulan şiddet öykülerinin arasında bir de bunların birer “vaka” [case] olduğunu öğrendik. Uzun süren bu korsan çilenin ardından kürsüye gelen Prof. Stark ise konuşmasına iki şiddet öyküsüyle başladı. O zaman anladık ki, bu öyküleri vaka olarak adlandırmak çok masum bir hataymış. Stark evde sürekli yemek yapmak zorunda kalan bir kadının öyküsünü (kendisine göre “vakasını”) anlatırken geçen gece konferansın organizatörlerinin kendisini çok güzel bir restorana götürdüklerini ve çok memnun kaldığını ekledi. Ben de bu zalimliğe daha fazla dayanamayıp salonu terk ettim.

Karşılaştığımız tutum tam anlamıyla zalimlikti. Şiddet gören insanların yaşadıklarını kendilerine “konu” yapan, onları fiyakalı biçimde “yorumlayanlar” bunların çeşitli insanlık durumları olduklarından öyle habersizdi ki… Dolayısıyla bu insanlık durumların vaka olarak adlandırılmasında hiçbir sakınca yoktu; bir vakadan diğerine geçmek iki saniye sürebilirdi ve tabii ki geçişlerin şaka ve fiyakalı deyişlerle süslenmesi akademik adaba uygundu. Zaten akademisyenler olmasa, bu insanların yaşamlarının da bir anlamı olamayacaktı. Onlar bu akademik araştırmalara konu olmak için yaşamışlar, ölmüşler, öldürmüşlerdi. Akademisyenler de işlerini yapmışlar; onları konu almışlar ve gece güzel bir akşam yemeğini izleyen sıkı bir uyku çekmişlerdi. Zaten yaşam başka neden ibaretti ki?...

Bunları burada konu etmemin nedeni söz konusu akademik yoksulluğu sergilemek değil aslında. Akademisyenin her şeyi bir “konu”ya dönüştürmesinde gördüğümüz korkunç şiddet biçimi, hepimiz için (çalışırken veya konuşurken) geçerli aslında. Görmemiz gereken şey, karşılaştığımız öykülerin ve olayların aslında bir insanlık durumu olduğu ve her birinin kendine özgü bir yaşam içerisinde, bize gereksinim duymadan da bir anlam barındırdıkları. İnsanların acıları bir “konu” veya “vaka” olamayacağı gibi, onların emekleri de bir denklemdeki değişken değildir; olamaz.

Schindler’in Listesi’nde aklımdan çıkmayan bir sahne vardır: Rütbeli bir Alman askeri kamptaki barakanın üst katında bulunan odasında sevgilisiyle sevişmektedir. Bir an duraksar; yataktan çıkar; tüfeğini alır ve ortalıktaki birkaç tutsağı öldürür. Yatağa döner ve sevişmeye devam eder.

Bir insanın gündelik yaşamda başkalarına uygulayabileceği şiddetin en çarpıcı biçimde gösterildiği bu sahne çok şey anlatır. Askerin öldürdükleri insan değildir; onları öldürmek sadece “iş”tir. İşini yapan asker yatağa geri dönebilir; gündelik yaşama devam edebilir. Öyküyü konu eden, yorumlayan akademisyen işini yapmaktadır; başkalarının ölümü ve hayatı onun “vaka”sıdır; analiz nesnesidir. Şantiyedeki mühendis binanın yapılışını denetlemektedir; işçilere ne yapmaları gerektiğini söyler; onları yatırdığı çadırlarda gece yangın çıkma olasılığı onun “sorumluluğu” değildir, “iş tanımında” bulunmamaktadır.

Bir insanlık durumuyla karşı karşıya olduğumuzu yadsıdığımız, herkesin bir yaşamı ve o yaşamın da kendisine içkin bir anlamı olduğunu göz ardı ettiğimiz her durumda ya şiddet uyguluyoruz ya da şiddet uygulamak üzereyiz. Her neyle uğraşıyor olursak olalım, bunun böyle olduğunu düşünüyorum. Bu şiddetten tam anlamıyla kaçınmanınsa bir yolu yok sanki. Fakat şiddetin gündelik yaşamın (özellikle de “iş”in) önemli bir parçası olduğunun farkına varmak, bunu aklımızda tutmak bizi şiddet görmekten olmasa da uygulamaktan koruyabilir. Şiddetten kaçınmak, karşımızdakinin insanlık durumunu anlamaktan ve öykü anlatmaktan geçiyor. Öyküleri olduğu gibi, bir yoruma yer bırakmadan anlatmaktan, herkesin öyküsüne saygı duymaktan, o öykülerin bizimle ortaklıklarına bakmaktan ve onlarla ortak bir anlam dünyasında buluşmaktan, insanlık yitiminin bir parçası olmamakta inat ve gayret etmekten… Başka bir yaşam ancak böyle mümkün olacak.

Belki kendisi bu amaçla söylememiştir; ama gelin Morrissey’in sözlerini de böyle anlamlandıralım: “It's so easy to laugh / It's so easy to hate / It takes guts to be gentle and kind.”

Pazartesi, Nisan 02, 2012

Lastik Değişimi / Radwechsel


Lastik Değişimi

Yol kenarında oturuyorum.
Şoför lastiği değiştiriyor.
Geldiğim yerden hoşlanmıyorum.
Başım hoş değil gittiğim yerle de.
Öyleyse neden seyrediyorum lastiğin değişmesini
Tahammülsüzce?

Bertolt Brecht

Acemice çevirdiğim yukarıdaki şiirin ozanı Bertolt Brecht, 1933 yılının Şubat ayında Nasyonal Sosyalist Parti’nin yönetime gelişiyle birlikte Berlin’den ayılarak Danimarka’ya doğru yol çıktı. Savaşın patlak vermesinden hemen önce Nisan 1939’da ise İsveç’e gitti. Hitler’in Danimarka ve Norveç’i işgal etmesinin üzerine ise Helsinki’de ABD’ye gitmek için vize almayı bekledi. 1941’de gittiği ABD’den de komünist olduğu gerekçesiyle 1947’de hakkında açılan soruşturma için ifadesini vermesinin hemen ardından ayrılarak İsviçre’nin Chur kentine geldi. Brecht’in Berlin’e dönüşü ancak 1949’da gerçekleşti. Ülkesine ve doğduğu kent Berlin’e döndüğünde batıda ABD ve müttefikleri, doğuda ise Stalin’in Sovyetler Birliği hâkimdi. 1933’te başlayan baskı ve korku yönetimi Brecht’in yaşamının sonuna kadar sürdü. O, yaşamının büyük bir bölümünü sürgün olarak geçirdi. 1933’te Berlin’den yola çıktığında artık orada yaşayamayacağını biliyordu. 1955’te Berlin’de öldüğünde ne bulunduğu yerden hoşlanıyordu, ne de gidecek daha iyi bir yer biliyordu. Brecht, doğduğu kent Berlin’de bir sürgün olarak öldü; 1933’te terk ettiği evine hiçbir zaman dönemedi, çünkü ortada böyle bir ev kalmamıştı.

Burada anlatılan yaşam öyküsü, Brecht’e olduğu kadar dönemin birçok önemli düşünce insanına da ait: başka ülkelerde veya kendi ülkesinde sürgün hayatı yaşamak. Dolayısıyla Brecht’inki bir yaşam öyküsü olarak ne kadar çarpıcı olsa da, döneminin diğer düşünürlerinden pek de farklı değil. Öyleyse neden Brecht’e bakalım; onu dinleyelim? Bu sorunun Brecht’in düşünce ve eserleri üzerinden yanıtlanacak pek çok yanıtı var elbette. Fakat benim yanıtım ise bu şiirde saklı: “Öyleyse neden seyrediyorum lastiğin değişmesini/tahammülsüzce?” Bir yerden bir yere rüzgârda savrulan bir yaprak gibi sürüklenen insanlardan söz ediyorum. Bu insanlardan biri, savruluşu sırasında derin bir nefes alıp soruyor: İyi de, neden yaşamak konusunda bu kadar inat ediyorum? Bu soruyu Brecht’in yalnızca kendisine yönelttiğini hiç sanmıyorum. Öyle ki, savaştan kurtulanların tamamı ve “orada” neler olduğuna ilişkin bir şeyler bilen tüm insanlar için geçerli bir soru bu.

(Adorno’nun Auschwitz’den sonra ne şiir yazılabileceğini, ne de herhangi bir kültür veya uygarlık biçiminin anlamlı olabileceğini söylerken Brecht’i anması da boşuna değildi elbette. Fakat söylenen her şeye rağmen sorunun herkes için havada asılı olduğunu düşünüyorum: Bu kadar zalimliğe tanıklık ederken neden ve nasıl yaşayabiliyor, hayata bu kadar acele ediyoruz?)

Bu sorunun tek yanıtını Brecht’in verebileceği kanısında değilim açıkçası. Pekâlâ, herhangi birimiz “doğru” ve “genelgeçer” bir yanıt verebilir miyiz bu soruya? Hiç sanmıyorum. Fakat çoğumuzun da bir fikri vardır, diye düşünüyorum. Benim yanıtım “umut”ta saklı.

Umudun fakirin ekmeği olduğunu söylerler mesela veya “umudu yeşertmek” diye bir deyim vardır. Dolayısıyla umudu beslemek, büyütmek gerekir evvela. Tabii ki bir fakirlik anında yeriz, ona tutunuruz diye değil; daha ziyade bir tür var olma/kalma sorumluluğundan, onu taşımak insanlığımızın bir parçası olduğundan. Umut ekmeğimiz değil de, sorumluluğumuzdur, yükümüzdür aslında. Nazım’ın “Yaşamak şakaya gelmez/büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın” deyişinde ki gibi…

Brecht’in sabırsızlığı, durmaya tahammülsüzlüğü de bundandır belki. Sürgün olmak tamam; ama durmak, sıkışmak, çaresizce ve hiçbir şey yapamadan beklemek… İşte o biraz fazla gelir belki ozana. Nefes alabilmek anlamında yaşamak değildir kaygısı, biliriz. Asıl konu insanlığını yitirmeden var olabilmek/kalabilmektir. O yüzden sürgün olmak bir yaşama biçimine dönüşür Brecht için. Yükü ağırdır ne de olsa: umudu taşımakta, büyütmekte, anlatmaktadır.

Bugünü anlamaya çalışırken dünya savaşlarına ne çok gönderme yapıyoruz, hiç düşündünüz mü? Yakın tarih bu savaşlardan başlıyor sanki. Bu durum zihinsel bir dönüşüme de işaret ediyor. Brecht ve onun gibiler bu savaşlar sırasında katledildi ya da sürgün edildiler. Katledilenlerin deneyimine tanıklık edilemedi; sürgünler ise hiçbir zaman yuvaya dönemediler bir daha. O günden bu yana, umut sürgünde aslında; yakın tarihte umut etmek, her yerde sürgün hayatı yaşamak anlamına geliyor kanımca. Umut bir anlamda sürgün, bir anlamda da göçebe bir kavrayış artık. Göçebelik ise Deleuze’ün hatırlattığı gibi “sürekli yer değiştirmek değil, yok olmaya direnmek” demek.

Brecht gibi sürgünlerin, hakkıyla göçebelerin varlığında Cansever’in yerçekimli karanfili gibi umut: Brecht o karanfili bize veriyor, biz de “bir başkasına daha güzel.” “O başkası yok mu, bir yanındakine veriyor. Derken karanfil elden ele.”


Not: Bu pazartesi yazılarına (okuyanların ‘şıp’ diye anlayacağı üzere) Bülent Somay’ın denemeleri ilham verdi. Aslında halen onların etkisinde olduğumu söyleyebilirim. Somay’ın yaptığı hatırlatmayı benim de yapmam gerek mutlaka: Yazarlara veya onların sözlerine ilişkin “hakikâtli” bir yorumun peşinde değilim bu denemelerde. Bir büyük soruya yanıt da aramıyorum. Derdim, yazarların ve metinlerin beni sürüklediği mecraları dostlarla paylaşmak. Kendime ve okuyucuya hatırlatmak istedim.