Pazartesi, Nisan 09, 2012

şiddet-im-iz


Geçen hafta umudu omzunda bir yük gibi taşıyan Brecht’ten söz etmiştim. Brecht ve onunla aynı safları, kaygıları paylaşanlar umudu taşırken hepimize çeşitli insanlık durumlarını da işaret ediyorlar. Bu insanlık durumları rahatsız edici ve huzur kaçırıcı olabilir; ama bu nitelikleri o durumların “sorunu” değildir elbette. Biz diğer insanlar (seyirciler, izleyiciler, dinleyiciler, okuyucular), bu tanıklık etmenin imkânsız olduğu insanlık durumlarına ortak olmaya, onlara bir anlam vermeye çalışırız. Onları göstermekteki amaç da bu olsa gerek: ortak bir anlam bulma çabası. Yoksa koltuğuna kurulup okuyan veya izleyen insanlar olarak bizler, önümüze koyulan bu insanlık durumuna ne tam anlamıyla tanıklık edebiliriz (çünkü durumun aynısının deneyimlenmesi olanaksızlaşmıştır artık), ne de onun bir “yorumunu” yapabiliriz (çünkü insanlık durumları yorumlanacak nesneler/konular [subject] değildir). Öyleyse, önümüzde duran bir insanlık durumuyla ne yapabiliriz? Örnekse, Brecht’in lastik değişimini sabırsızlıkla beklerken ne durumda olduğunun bizimle ilişkisini nasıl kuracağız?

Jacques Derrida Marx’ın Hayaletleri’nin hemen başında, yazdığı ithaf yazısında bize bir şey hatırlatır: Bir insanın hayatı, her şeyden önce(likli olarak), o insanın hayatıdır; o hayatla bir şey yapmadan önce (yani ona “şehit”, “kahraman” veya başkaca bir niteleyici söz atfetmeden önce) bu gerçeği kabullenmek gerekir. Dolayısıyla Brecht’in veya bir başkasının insanlık durumuyla anlamlı bir ilişki kurmak, öncelikle bu insanın yaşamının kendine özgü bir anlama sahip olduğunun kabullenilmesiyle mümkündür ancak. Bu kabulün ardında, önümüzdeki (bizimle paylaşılan) insanlık durumundan bir ortaklık ve bu ortaklığa dayalı bir anlam çıkarabilmek olanaklı hale gelecektir.

Bu teoriye göz kırpan, uzun ve biraz da sıkıcı girişi neden yaptım; sabrınızı daha fazla zorlamadan yanıt vereyim. Geçtiğimiz Çarşamba günü üniversitede düzenlenen Toplumsal Cinsiyet/Şiddet konferansına katıldım. Açılış konuşmasını yapacak olan kişi, Rutgers Üniversitesi’nden Prof. Evan Stark’tı. (Kendisi toplumsal cinsiyet-şiddet ilişkisini tanımlayacak bir kavram ortaya atmış ve böylece üne de kavuşmuş anladığım kadarıyla.) Stark’ı takdim edecek olan kişi, bir korsan sunuş yapacağını söyledi ve fotoğraflar eşliğinde birbiri ardına şiddet görmüş kadın/erkek öyküleri anlatmaya başladı. Bir dehşet verici öyküden diğerine geçerken ise şunu tekrarlayıp durdu: “my second/third/fourth case is …”. Önümüze koyulan şiddet öykülerinin arasında bir de bunların birer “vaka” [case] olduğunu öğrendik. Uzun süren bu korsan çilenin ardından kürsüye gelen Prof. Stark ise konuşmasına iki şiddet öyküsüyle başladı. O zaman anladık ki, bu öyküleri vaka olarak adlandırmak çok masum bir hataymış. Stark evde sürekli yemek yapmak zorunda kalan bir kadının öyküsünü (kendisine göre “vakasını”) anlatırken geçen gece konferansın organizatörlerinin kendisini çok güzel bir restorana götürdüklerini ve çok memnun kaldığını ekledi. Ben de bu zalimliğe daha fazla dayanamayıp salonu terk ettim.

Karşılaştığımız tutum tam anlamıyla zalimlikti. Şiddet gören insanların yaşadıklarını kendilerine “konu” yapan, onları fiyakalı biçimde “yorumlayanlar” bunların çeşitli insanlık durumları olduklarından öyle habersizdi ki… Dolayısıyla bu insanlık durumların vaka olarak adlandırılmasında hiçbir sakınca yoktu; bir vakadan diğerine geçmek iki saniye sürebilirdi ve tabii ki geçişlerin şaka ve fiyakalı deyişlerle süslenmesi akademik adaba uygundu. Zaten akademisyenler olmasa, bu insanların yaşamlarının da bir anlamı olamayacaktı. Onlar bu akademik araştırmalara konu olmak için yaşamışlar, ölmüşler, öldürmüşlerdi. Akademisyenler de işlerini yapmışlar; onları konu almışlar ve gece güzel bir akşam yemeğini izleyen sıkı bir uyku çekmişlerdi. Zaten yaşam başka neden ibaretti ki?...

Bunları burada konu etmemin nedeni söz konusu akademik yoksulluğu sergilemek değil aslında. Akademisyenin her şeyi bir “konu”ya dönüştürmesinde gördüğümüz korkunç şiddet biçimi, hepimiz için (çalışırken veya konuşurken) geçerli aslında. Görmemiz gereken şey, karşılaştığımız öykülerin ve olayların aslında bir insanlık durumu olduğu ve her birinin kendine özgü bir yaşam içerisinde, bize gereksinim duymadan da bir anlam barındırdıkları. İnsanların acıları bir “konu” veya “vaka” olamayacağı gibi, onların emekleri de bir denklemdeki değişken değildir; olamaz.

Schindler’in Listesi’nde aklımdan çıkmayan bir sahne vardır: Rütbeli bir Alman askeri kamptaki barakanın üst katında bulunan odasında sevgilisiyle sevişmektedir. Bir an duraksar; yataktan çıkar; tüfeğini alır ve ortalıktaki birkaç tutsağı öldürür. Yatağa döner ve sevişmeye devam eder.

Bir insanın gündelik yaşamda başkalarına uygulayabileceği şiddetin en çarpıcı biçimde gösterildiği bu sahne çok şey anlatır. Askerin öldürdükleri insan değildir; onları öldürmek sadece “iş”tir. İşini yapan asker yatağa geri dönebilir; gündelik yaşama devam edebilir. Öyküyü konu eden, yorumlayan akademisyen işini yapmaktadır; başkalarının ölümü ve hayatı onun “vaka”sıdır; analiz nesnesidir. Şantiyedeki mühendis binanın yapılışını denetlemektedir; işçilere ne yapmaları gerektiğini söyler; onları yatırdığı çadırlarda gece yangın çıkma olasılığı onun “sorumluluğu” değildir, “iş tanımında” bulunmamaktadır.

Bir insanlık durumuyla karşı karşıya olduğumuzu yadsıdığımız, herkesin bir yaşamı ve o yaşamın da kendisine içkin bir anlamı olduğunu göz ardı ettiğimiz her durumda ya şiddet uyguluyoruz ya da şiddet uygulamak üzereyiz. Her neyle uğraşıyor olursak olalım, bunun böyle olduğunu düşünüyorum. Bu şiddetten tam anlamıyla kaçınmanınsa bir yolu yok sanki. Fakat şiddetin gündelik yaşamın (özellikle de “iş”in) önemli bir parçası olduğunun farkına varmak, bunu aklımızda tutmak bizi şiddet görmekten olmasa da uygulamaktan koruyabilir. Şiddetten kaçınmak, karşımızdakinin insanlık durumunu anlamaktan ve öykü anlatmaktan geçiyor. Öyküleri olduğu gibi, bir yoruma yer bırakmadan anlatmaktan, herkesin öyküsüne saygı duymaktan, o öykülerin bizimle ortaklıklarına bakmaktan ve onlarla ortak bir anlam dünyasında buluşmaktan, insanlık yitiminin bir parçası olmamakta inat ve gayret etmekten… Başka bir yaşam ancak böyle mümkün olacak.

Belki kendisi bu amaçla söylememiştir; ama gelin Morrissey’in sözlerini de böyle anlamlandıralım: “It's so easy to laugh / It's so easy to hate / It takes guts to be gentle and kind.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder