Pazartesi, Nisan 02, 2012

Lastik Değişimi / Radwechsel


Lastik Değişimi

Yol kenarında oturuyorum.
Şoför lastiği değiştiriyor.
Geldiğim yerden hoşlanmıyorum.
Başım hoş değil gittiğim yerle de.
Öyleyse neden seyrediyorum lastiğin değişmesini
Tahammülsüzce?

Bertolt Brecht

Acemice çevirdiğim yukarıdaki şiirin ozanı Bertolt Brecht, 1933 yılının Şubat ayında Nasyonal Sosyalist Parti’nin yönetime gelişiyle birlikte Berlin’den ayılarak Danimarka’ya doğru yol çıktı. Savaşın patlak vermesinden hemen önce Nisan 1939’da ise İsveç’e gitti. Hitler’in Danimarka ve Norveç’i işgal etmesinin üzerine ise Helsinki’de ABD’ye gitmek için vize almayı bekledi. 1941’de gittiği ABD’den de komünist olduğu gerekçesiyle 1947’de hakkında açılan soruşturma için ifadesini vermesinin hemen ardından ayrılarak İsviçre’nin Chur kentine geldi. Brecht’in Berlin’e dönüşü ancak 1949’da gerçekleşti. Ülkesine ve doğduğu kent Berlin’e döndüğünde batıda ABD ve müttefikleri, doğuda ise Stalin’in Sovyetler Birliği hâkimdi. 1933’te başlayan baskı ve korku yönetimi Brecht’in yaşamının sonuna kadar sürdü. O, yaşamının büyük bir bölümünü sürgün olarak geçirdi. 1933’te Berlin’den yola çıktığında artık orada yaşayamayacağını biliyordu. 1955’te Berlin’de öldüğünde ne bulunduğu yerden hoşlanıyordu, ne de gidecek daha iyi bir yer biliyordu. Brecht, doğduğu kent Berlin’de bir sürgün olarak öldü; 1933’te terk ettiği evine hiçbir zaman dönemedi, çünkü ortada böyle bir ev kalmamıştı.

Burada anlatılan yaşam öyküsü, Brecht’e olduğu kadar dönemin birçok önemli düşünce insanına da ait: başka ülkelerde veya kendi ülkesinde sürgün hayatı yaşamak. Dolayısıyla Brecht’inki bir yaşam öyküsü olarak ne kadar çarpıcı olsa da, döneminin diğer düşünürlerinden pek de farklı değil. Öyleyse neden Brecht’e bakalım; onu dinleyelim? Bu sorunun Brecht’in düşünce ve eserleri üzerinden yanıtlanacak pek çok yanıtı var elbette. Fakat benim yanıtım ise bu şiirde saklı: “Öyleyse neden seyrediyorum lastiğin değişmesini/tahammülsüzce?” Bir yerden bir yere rüzgârda savrulan bir yaprak gibi sürüklenen insanlardan söz ediyorum. Bu insanlardan biri, savruluşu sırasında derin bir nefes alıp soruyor: İyi de, neden yaşamak konusunda bu kadar inat ediyorum? Bu soruyu Brecht’in yalnızca kendisine yönelttiğini hiç sanmıyorum. Öyle ki, savaştan kurtulanların tamamı ve “orada” neler olduğuna ilişkin bir şeyler bilen tüm insanlar için geçerli bir soru bu.

(Adorno’nun Auschwitz’den sonra ne şiir yazılabileceğini, ne de herhangi bir kültür veya uygarlık biçiminin anlamlı olabileceğini söylerken Brecht’i anması da boşuna değildi elbette. Fakat söylenen her şeye rağmen sorunun herkes için havada asılı olduğunu düşünüyorum: Bu kadar zalimliğe tanıklık ederken neden ve nasıl yaşayabiliyor, hayata bu kadar acele ediyoruz?)

Bu sorunun tek yanıtını Brecht’in verebileceği kanısında değilim açıkçası. Pekâlâ, herhangi birimiz “doğru” ve “genelgeçer” bir yanıt verebilir miyiz bu soruya? Hiç sanmıyorum. Fakat çoğumuzun da bir fikri vardır, diye düşünüyorum. Benim yanıtım “umut”ta saklı.

Umudun fakirin ekmeği olduğunu söylerler mesela veya “umudu yeşertmek” diye bir deyim vardır. Dolayısıyla umudu beslemek, büyütmek gerekir evvela. Tabii ki bir fakirlik anında yeriz, ona tutunuruz diye değil; daha ziyade bir tür var olma/kalma sorumluluğundan, onu taşımak insanlığımızın bir parçası olduğundan. Umut ekmeğimiz değil de, sorumluluğumuzdur, yükümüzdür aslında. Nazım’ın “Yaşamak şakaya gelmez/büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın” deyişinde ki gibi…

Brecht’in sabırsızlığı, durmaya tahammülsüzlüğü de bundandır belki. Sürgün olmak tamam; ama durmak, sıkışmak, çaresizce ve hiçbir şey yapamadan beklemek… İşte o biraz fazla gelir belki ozana. Nefes alabilmek anlamında yaşamak değildir kaygısı, biliriz. Asıl konu insanlığını yitirmeden var olabilmek/kalabilmektir. O yüzden sürgün olmak bir yaşama biçimine dönüşür Brecht için. Yükü ağırdır ne de olsa: umudu taşımakta, büyütmekte, anlatmaktadır.

Bugünü anlamaya çalışırken dünya savaşlarına ne çok gönderme yapıyoruz, hiç düşündünüz mü? Yakın tarih bu savaşlardan başlıyor sanki. Bu durum zihinsel bir dönüşüme de işaret ediyor. Brecht ve onun gibiler bu savaşlar sırasında katledildi ya da sürgün edildiler. Katledilenlerin deneyimine tanıklık edilemedi; sürgünler ise hiçbir zaman yuvaya dönemediler bir daha. O günden bu yana, umut sürgünde aslında; yakın tarihte umut etmek, her yerde sürgün hayatı yaşamak anlamına geliyor kanımca. Umut bir anlamda sürgün, bir anlamda da göçebe bir kavrayış artık. Göçebelik ise Deleuze’ün hatırlattığı gibi “sürekli yer değiştirmek değil, yok olmaya direnmek” demek.

Brecht gibi sürgünlerin, hakkıyla göçebelerin varlığında Cansever’in yerçekimli karanfili gibi umut: Brecht o karanfili bize veriyor, biz de “bir başkasına daha güzel.” “O başkası yok mu, bir yanındakine veriyor. Derken karanfil elden ele.”


Not: Bu pazartesi yazılarına (okuyanların ‘şıp’ diye anlayacağı üzere) Bülent Somay’ın denemeleri ilham verdi. Aslında halen onların etkisinde olduğumu söyleyebilirim. Somay’ın yaptığı hatırlatmayı benim de yapmam gerek mutlaka: Yazarlara veya onların sözlerine ilişkin “hakikâtli” bir yorumun peşinde değilim bu denemelerde. Bir büyük soruya yanıt da aramıyorum. Derdim, yazarların ve metinlerin beni sürüklediği mecraları dostlarla paylaşmak. Kendime ve okuyucuya hatırlatmak istedim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder