Perşembe, Mayıs 31, 2012

illumination

Hannah Arendt, en sevdiğim ve birlikte düşünmekten en keyif aldığım düşünürlerden biri. Yaklaşık üç yıldır karşılaştığım olay ve olgulara verdiğim her türlü anlamda biraz da Arendtçi bir yan var. Dolayısıyla Arendt yalnızca politik meselelerde yanımda hissettiğim biri olmaktan ziyade, anlam dünyamı tekrar tekrar kuran ve zorlayan bir dost benim için.


Bu hafta için karaladığım satırları buraya yazmama kararı aldım. Bunun yerine sevgili Hannah Arendt'in bana ilham veren aşağıdaki satırlarını sizinle paylaşmak isterim. Umarım okuyacak ve durup üzerine birkaç dakika düşünecek kadar zamanınız vardır. (Metni Türkçe'ye aktarmıyorum; çünkü Arendt'in dikkatle kurduğu bu 'Alman İngilizcesi'ne sadık kalarak aktarmak son derece zor.)


"'Dark times', in the broader sense I propose here, are as such not identical with the monstrosities of this century which indeed are of a horrible novelty. Dark times, in contrast, are not only not new, they are no rarity in history, although they were perhaps unknown in American history, which otherwise has its fair share, past and present, of crime and disaster. That even in the darkest of times we have the right to expect some illumination, and that such illumination may well come less from theories and concepts than from the uncertain, flickering, and often weak light that some men and women, in their lives and their works, will kindle under almost all circumstances and shed over the time span that was given them on earth - this conviction is the inarticulate background against which these profiles were drawn. Eyes so used to darkness as ours will hardly be able to tell whether their light was the light of a candle or that of a blazing sun. But such objective evaluation seems to me a matter of secondary importance which can be safely left to posterity."


Hannah Arendt, Men in Dark Times, 1968.

Salı, Mayıs 22, 2012

oyuncu bir pazartesi sorusu

-    Güzel idare ettiniz doğrusu… dedi.
Birden tepem attı:
-    Neden haber vermediniz? dedim. Ben böyle hep emrivakiler karşısında mı kalacağım?
Gülerek bana baktı:
-    Aziz dostum, dedi, zavallı aziz dostum! (…) Size rol falan yaptıran yok. Emrivaki de yok. Sadece hürmet eden, inanan insanlar var. Tasavvurlarımı tabii hayatınız şeklinde yaşamanızı istiyorum. Evvelden haber versem hürriyetinizi ihlâl etmiş olurum. Asıl o zaman rol yapmış olurdunuz… Sokağa çıktığınız zaman kime tesadüf edeceğinizi bilmediğiniz gibi, bu gece de olacakları bilmiyordunuz. Geldiniz, gördünüz ve karşılaştığınız şeyleri hepimiz birlikte yaşadık. Burada emrivaki yok ki…
-    Amma bir yanlış yapabilirdim, her şey berbat olurdu.
Bir kahkaha savurdu.
-    Yapsanız ne çıkardı? Hata denen şey yoktur ki zaten… İyi anlayın. Farz edin ki hakikaten bir yanlış yaptınız. Oradan yürürüz ve doğruya çıkarız. Hata denen şey tashih etmek budalalığında bulunanlar için mevcuttur. Bizim için değil… Biz onun varlığını kabul ettiğimiz andan itibaren her türlü hatanın üstündeyiz. Hayır, Hayri Bey, hayır, yanlış yoktur ve olamaz da. Bütün mesele bir vaziyeti hazırlamaktır. Ve insana itimattır.
(…)
-    İnsanla uğraşmak güçtür ve zaman ister. Mesele vaziyeti iyi hazırlamaktır. İnsanlar onu kendiliklerinden yaşarlar. Bütün mesele insan oğluna yaratıcılığını vermektedir. Ben tiyatroyu sevmem. Ben kendiliğinden olan şeylerin adamıyım.
(…)
Bu esnada Pakize yalnız olarak geldi.
-    Hani misafir? dedim.
-    Zehra’da, Zehra’ya verdim. Zeybek öğretiyor. Bir şey içeyim de gidelim hep beraber seyredelim.
Kadehlerimiz elimizde gittik. Bu artık filanın veya falanın tasavvuru değildi. Tabiatı eşyanın ta kendisiydi. Caz alabildiğine bir zeybek tutturmuştu. Ve kızım biraz evvel baldızımın marifet gösterdiği yerde, yani salonun ortasında, karşısında Van Humbert, dünyanın en garip, en akıl almaz zeybeğini oynuyorlardı. Etraf sadece göz olmuş onlara bakıyordu. Biz de bir müdde Vn Humbert’in havada acemi acemi sarkan kollarınai yere indikten sonra güçlükle kalkan dizlerine baktık.
(…)
Ben, bir gözüm kızımın Van Humbert’in hantal ve alabildiğine geniş vücuduna yaptırdığı acayip ve tehlikeli cambazlıklarda:
-    İmkân mı var? dedim. Hayalime bile gelmezdi. Hele kızım Zehra’nın…
-    Hakkınız var… Bu kadar süratli terakki, görülmemiş şey…
-    Yalnız biraz da bilselerdi. Mesela kızım hakikaten zeybek oyununu bilseydi, baldızım demin tepindiği zıkkımdan biraz anlasaydı. Büyüğü sandalye ile avize kırar gibi besteleri harab etmeseydi…
Halit Ayarcı yine çok terbiyeli bir şekilde esnedi:
-    Yine aynı mesele… dedi. Daha dorusu hep aynı mesele! Aziz dostum, siz şifa kabul etmez bir gayri memnunsunuz… Bu işlerde bilmek ikinci derecede kalır. Yapmak vardır, sadece yapmak!..
Sonra kendi kendine konuşur gibi ilave etti:
-    Bilgi bizi geciktirir. Zaten ne sonu, ne de gayesi vardır. Mesele yapmak ve yaratmaktır. Bilselerdi, bilselerdi… Fakat bilselerdi bunu yapamazlardı. Bu heyecana, bu icada, bu kendiliğinden bulmaya erişemezlerdi. Bilgileri buna mâni olurdu. Kızınız bu geceyi yarattı. Ne ile?.. Yaratma kabiliyetiyle… Çünkü yaratmak, yaşamanın ta kendisidir. Biz yaşayan, yaşamayı tercih eden insanlarız siz istediğiniz kadar somurtun.
(…)
-    Bakın, aziz dostum, bakın şu adamın iradesine! Bu ne gayrettir, ne yaşamak kudreti, yaşamak neşesidir! Bu kudretin yanında bilgi dediğiniz şeyin lâfı olur mu?

                                                                       Ahmet Hamdi TANPINAR, Saatleri Ayarlama Enstitüsü
 

Bu satırları birkaç ay önce okuduğumda aklımda beliren ilk şey Sunny Day Workshop ekibi oldu. Şimdilerde burada yazmayı sürdüren yalnızca ben olsam da, o zamanlar bir masanın etrafında oturup böyle bir ortak alanda buluşmanın ne kadar keyifli olacağını konuşmuştuk. Masanın en hararetle tartışılan konusu, bu ortak alana hangi ismi vereceğimizdi. Bir diğer mesele ise herkesin farklı uzmanlık ve ilgi alanlarına sahip olmasıydı. Böyle bir farklılaşmanın iyi mi, yoksa kötü mü olacağı konusunda bir süre tereddüt etmiş ve sonra farklı renklerin bir arada olmasının sıklıkla güzel sonuçlar verdiği konusunda anlaşmıştık. Zaten isim konusu dışında konuşacak çok fazla şey yoktu; kervan yolda düzülecek, her şey başladıktan sonra biçimlenecekti.

Saatleri Ayarlama Enstitüsü de benzer bir bakış açısıyla tesis edilen bir kurum Tanpınar’ın romanında. Fakat sonuç olarak bir kurum ve bir işlece sahip olması gerekiyor. Oysa başlangıçta Halit Ayarcı tarafından bulunan bir addan başka hiçbir şeye sahip değil. Buna karşılık Halit Ayarcı’nın söz konusu duruma ilişkin ilginç bir bakış açısı var: Günümüzde gereksinimler kurumları yaratmazlar; kurumlar kendilerine işlevler yaratırlar. Dolayısıyla bu enstitü en önemli şeye sahip: bir ada. Tabii ki bir kurucu ve kurma iradesi de bu adın arkasında durmakta. Yaşamın beklenmedik karşılaşmaları ve bir tür modernleşme sürecindeki insanların yapma iradeleri ile bilme istençleri arasındaki gerilime ilişkin bir roman bu.
 

(Bir anda aklıma geldi; acaba Orhan Veli’nin şu dizeleri de aynı kapsamda ele alınabilir mi diye: “Düşünme, / Arzu et sade! / Bak. Böcekler de öyle yapıyor. / Bekliyorum. / Öyle bir havada gel ki / Vazgeçmek mümkün olmasın.” Bilmekten ziyade düşünmeye, eylemleri önceden tartmaya ilişkin bir vurgu var; ama bu da bizlere pek yabancı olmasa gerek dostlar.)
 

Bu satırları okurken, “Bizim çocuklara bunu kesinlikle yazmalıyım” diye içimden geçirmemin nedeni de burada aranabilir. Bizler, genel olarak, bilmeyi seçen ve bir şeyi bilmeden yapmaktansa hiç denememeyi tercih eden insanlar olduk genelde. Dans ederken veya bir spor salonunda hiçbir yere gitmeksizin koşarken içimizden “Ben şu anda ne yapıyorum?” diye geçirmemizin nedeni de tam olarak bu bilme tutkusu bana göre. Yaptığımız şeye bir anlam yüklemek istiyor, bu anlamı bilmeyi ve kendimiz inşa etmeyi tercih ediyor ve yalnızca bir şeyi yapmayı beceremiyoruz bir türlü. Sanırım bu nedenle de “iflah olmaz gayri memnunlarız.” Fakat “Acaba bir şeyler kaçırıyor muyuz?” diye sormadan da edemiyorum bazen. Örneğin bir barda çılgınca dans eden adamın veya kadının deneyimlediği o rahatlık hissini hiç bilmiyoruz. (Edith, başka bir şansın olsa yine böyle olmayı seçeceğini söylediğini duyar gibiyim; ama bir şans ver bana.) Şüphesiz bu da bilinebilecek bir şey. Fakat pek gönül indirmiyoruz sanki; biraz aşağı görüyoruz. Pekiyi, neye göre? Bilmediğimiz bir şeyi nasıl aşağıda konumluyoruz? Bilmiyoruz; ama yapıyoruz bunu.
 

Ayarcı’nın “Bilgi bizi geciktirir. Zaten ne sonu, ne de gayesi vardır. Mesele yapmak ve yaratmaktır.” sözü ne ifade ediyor tam olarak? Bilmeden yaratmak mümkün olabilir mi gerçekten? Böyle bir olasılığı sanırım hiçbirimiz reddedemeyiz. İnsan bazen ne yaptığını bilmese de yaratabilir; rotasını tam olarak kestiremese de güzel bir manzaraya çıkabilir. Kendimi sahnenin ortasında anlamsızca dans ederken, çırpınırken hayal edemiyorum bir türlü. Bu nedenle aklıma gelen ilk şey, ilk kez gittiğim bazı kentlerde haritasız ve hiçbir iz bilmeksizin yaptığım geziler/yürüyüşler. Amaç, kaybolmak ve böylece kentin çeşitli yerlerini hesapsızca keşfetmek. Tüm iktidar kentin sokaklarına ve yaşamın rastlantılarına bırakılmış durumda. Bazen ürkütücü, sıklıkla da ferahlatıcı bir deneyim… Ürkütücülüğü anlaşılabilir; çünkü bilmeyi dert edinmiş biri için bilmeksizin oradan oraya savruluyor olmak garip bir deneyim hiç şüphesiz. Fakat asıl ilgilendiğim kısım, bunu neden “ferahlatıcı” bulduğum. Zira böyle kaybolarak gezdiğim birçok sokakta, hele de ılık ve hafifçe esen bir rüzgâr varsa, kollarımı açıp içime derin bir nefes çekme arzusuyla pek çok kez karşılaştım; sıklıkla da yaptım bunu. İki olasılık üzerinde duruyorum. Birincisi, hiç bilmediğim bir kenti adım adım ve yalnızca deneyim alanında öğrenmek bana keyif veriyor olabilir. Fakat bu yanıt böyle bir deneyimi anlatmak için son derece kuru ve tatsız. İkinci olasılık ise son derece cezbedici: ilk kez gittiğim bir sokağı ilemeyeceğim ve aslında buradan bir yere gitmek için (bir amaca yönelik olarak) geçmediğim, yalnızca şimdi ve burada yürüdüğüm için kendimi alabildiğine özgür ve rahat hissediyorum.
 

İşte ipler burada kopuyor. Yani sanırım, Halit Ayarcı’nın söylediği gibi, spontane bir yaratma deneyimi yerine şimdi ve burada olmayı bu kadar yalın biçimde deneyimlemekte açığa çıkıyor özgürlüğün asıl anlamı. Dolayısıyla özgürlükle yaratmanın ilişkisi kurulacaksa, zorunlu olarak bilgiye gereksinim duyacak ve ne kadar “kendiliğinden” olursa olsun Sunny Day Workshop’un masasına geri dönmek zorunda kalacağız. Fakat özgür olmayı şimdi ve burada, hiçbir amaca yönelmeksizin sadece kendi varoluşumuzu deneyimlediğimiz bir an/moment olarak anlayacaksak işte bu bilgiden arınmışlık işimize yarayacak gibi görünüyor.
 

Özgürlüğü böyle tartışmak politik felsefeciler için kabul edilebilir olmayabilir; ama neden bu deneyim de özgürlüğün bir boyutu olmasın?.. Heidegger zamanında modern bilimlerin inşa ettiği engin bilgi birikimi ve amaç-araç ilişkisinin “varlığın unutulmasına” yol açtığını söylemişti. Belki de kendisini bilme eyleminden biraz olsun ayırabilmiş böyle bir kendiliğindenlik içinde yalın varlığımızı deneyimliyor, ona tanıklık ediyoruzdur. Bu “varolma deneyimine” neden özgürlük demeyelim sevgili okur? Haydi kendimize bir güzellik yapalım; diyelim gitsin. Sonra da bulabildiğimiz bir ormanda, bilmediğimiz bir kentte uzunca bir yürüyüşe çıkalım. Belki birkaç sahafın olduğu yeşil bir sokağa veya incecik, gölge bir patikaya denk geliriz. İyi gelir.

Salı, Mayıs 08, 2012

“Her Şey Yolunda!”: Ahmaklığa Övgü


Günler öncesinden, bu hafta size bir filmden söz etmeye karar vermiştim. Perşembe günü izlediğim bu filmi kafamda döndürüp duruyor; üzerine neler söylenebileceğini araştırıyordum keyifle. Derken günlerden cumartesi oldu ve biraz eğlenmek amacıyla bir film izlemeye başladım. İşte o film bugünün konusu oluverdi. Size “3 Idiots / Üç Ahmak”tan söz etmek istiyorum bugün. Şöyle kolay izlenebilir ve komik bir film izlemek için koltuğa oturunca, seçiminizi pantolonları dizlerine kadar inmiş üç kafadarın afişte göründüğü filmden yana kullanıyorsunuz hemen. Ardından da karşınıza basit, ama sapasağlam sorular soran bir komedi çıkıyor. 

(Film, bu “sıkı komedi” niteliğinin karşılığını Hindistan dışında en çok izlenen Bollywood filmi olarak almış. Buralarda vizyona girip girmediğinden hiç haberim olmadı; ama NY Times ve benzeri birçok yerde hakkında çok iyi değerlendirmeler yazılmış.)

Konu şu kısaca: Hindistan’daki bir numaralı mühendislik okulunda (veya teknoloji enstitüsünde) okuyan üç kafadar (Ranço, Farhan ve Raju), tüm güçleri ve sorularıyla gerçek biri olabilmek için çırpınıyorlar. En büyük sorunları ise aslında mühendis olmayı isteyip istemedikleri. Dahası okulun (ve dekanının) onların sürekli rekabet ederek birbirinin üstüne basan itaatkâr insanlardan biri olması gerektiği konusundaki baskılarıyla da mücadele etmeleri gerekiyor. Kafadarların öyküsünü hem geçmişte, üniversite yıllarında hem de şimdiki zamanda geçen bir yolculukta izliyoruz. Dolayısıyla pantolonu düşen üç salaktan ziyade, kişiliğini arayan genç adamlarla karşı karşıya kalıyoruz.

İyi de, afişte pantolonlar neden aşağıda? Sorunun yanıtı, “gelenek yüzünden”. Üçlünün gittikleri mühendislik okulunun geleneği gereği, çömezler okulun ilk gününde son sınıflara kendilerini sunuyor ve kaba etlerine birer damga yiyorlar. Geleneği olan iki ayrı okulda uzun yılla geçiren biri olarak hiç de şaşırmadım bu sahneyi gördüğümde. Zira ortaokulun ilk günlerinde öğlen yemek sırasının nasıl dışında kaldığımı ve spor sahalarından nasıl hiçbir şey söylemeden çıkmak zorunda olduğumu iyi hatırlıyorum. Üniversitenin ilk yılında da birbiriyle okulun ortasında yastık savaşı yapan altmış-yetmiş yaş grubu insanlarla karşılaşmış, gülerek izlemiştim. Malumunuz, tüm bunlar gelenek adına yapılıyor veya kabulleniliyordu. Filme ilişkin bir ayrıntıyı da atlamayayım: Ranço bu aşağılayıcı geleneğin gereğini yerine getirmeyip yaratıcı ve mühendis işi bir çözüm buluyor. (Mühendisliğin hakkını veren Ranço kardeşimizin, derslerde de birbirinden güzel incileri var. Özellikle mühendislere tavsiye ederim.)

Sözü fazla uzattım aslında. Film üzerinden söylenebilecek, konuşulabilecek pek çok tema var. Fakat ben bir noktayı fazlasıyla önemli buluyorum. Bu arkadaşlar neden “ahmak” olarak anılıyorlar? Çünkü özgürlüklerine düşkünler ve kendi tercihlerini yapmaya çalışmak gibi bir kaygıları var. Bu hiç kolay bir duruş olmadığı gibi, Hindistan gibi sınıfsal ayrımların son derece keskin ve yakıcı olduğu bir yerde tam anlamıyla bir cesaret işi. İşte bu cesaretleri (veya cesur olma gayretleri) bizim kafadarlara “ahmak” denmesine neden oluyor; çünkü bunu söyleyenler itaatkârlıkları ve ezberledikleri kitap cümleleri sayesinde çok para kazanarak “adam” olacaklarını düşünüyorlar. Böyle bir normalliğin dışı ise olsa olsa ahmaklara ait sayılır zaten.

Politika üzerine düşünen, ama eğitim alanında çalışan biri olarak fazlasıyla etkilendiğimi ifade etmem gerek. Zira her gün karşılaştığım öğrencilerdeki kariyer hırsı ve her şeyi not ve dolayısıyla belgelenebilecek bir başarı için araçsallaştırabilme cüreti ve kapasitesi öyle çarpıcı ki… Ayrıca son üç yılda ara sıra (kendi mezun olduğum okul BAL da dâhil) çeşitli liselere gidip öğrencilerle uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimine ilişkin konuşmalar yapıyorum. Sorular öncelikli soru ne kadar maaş aldığım ve hangi sıklıkla yurtdışına seyahat ettiğimle ilgili oluyor. Öğrenciler üniversitedeki hocalardan diploma talep ediyorlar. Kısacası, bizler onların para ve statü kazanması için kapıları tutmuş gardiyanlarız; üniversiteler ise bu amaçlar için kurulmuş araçlar. Ne yürütülen tartışmaların, ne üretilen ve öğretilen bilginin bir anlamı var; önemli olan çıkışta sertifika/diploma verilip verilmediği. Bu durum birçok üniversite hocası tarafından da normal karşılanıyor. İnsanlar buna şaşırmayı bile bir kenara bırakmış; kanıksamışlar. Böyle bir durumda da, işleyişin sorunlarını gören ve onu sorgulayan ve değiştirmeye çalışanları tarif edebilecek tek bir sözcük kalıyor geriye: ahmaklık.

Bizim ahmaklar, diğer zeki arkadaşlarından farklı olarak, kitap cümlelerini ezberlemedikleri ve kendileriyle birlikte çevrelerini de değiştirmeye niyetli olduklarından birçok sorunla da karşı karşıya geliyorlar doğal olarak. İçinden çıkılamaz gibi görünen durumlarda ise Ranço’nun bir alışkanlığını birlikte tekrarlıyor, ellerini kalplerinin üzerine koyarak “Her şey yolunda” diyorlar. (Hint İngilizcesindeki biçimi de şöyle: “Aal Izz Well.”) Bir sorunla karşı karşıayken her şeyin yolunda olduğunu söylemek, tam da ahmaklara özgü bir davranış gibi görünebilir ilk bakışta. Fakat bu öyle önemli bir ritüel ki… Bir şeyler ters giderken her şeyin yolunda olduğunu söylemek, bu sorunu görmezden gelmeyi değil; daha ziyade o sorunun gündelik yaşamın bir parçası olduğunu kabullenmeyi sağlıyor sanki. Sorunların üstesinden gelmek, işte böyle bir bakış açısıyla daha da mümkün oluyor.

Başlangıçta okulların sahip oldukları gelenekten söz etmiştim. Filmdeki mühendislik okulunun hırslı dekanı, açılışta ahmaklıkla zekiliği tarif eden bir örnek veriyor ve güçlüler ile zayıfları birbirinden ayırıyordu. Söz konusu zihniyet, bu kurumun geleneği halini almıştı hâlihazırda. Ben bu örneği anlatmak yerine, kendi öykümü anlatacağım. Siyasal’da girdiğim ilk derslerden biri Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi’ydi ve o zamanlar Faruk Alpkaya tarafından veriliyordu. Birçok okulda korkunç bir müfredat zihniyetiyle yürütülen ve Ermeni soykırımının inkârına odaklanan bu “YÖK dersi”, SBF’de ortaöğretimin kötü izlerini silmenin bir aracına dönüşmüştü. Faruk Hoca derse şöyle bir anlatı ile başlamıştı: “Arkadaşlar, sizler birer inek olarak dünyaya geldiniz. (SBF mezunları “inek” olarak anılırlar.) Sonra okula başladınız ve sizi yavaş yavaş birbiriyle aynı boyda sosisler haline getirdiler. Şimdi bizim işimiz, sizleri yeniden birer inek yapmak için uğraşmak.” Yeni bir yaşamın mümkün olduğunu düşünmeye başlamak için çok iyi bir çıkış noktası olmuştu Faruk Hoca’nın bu konuşması. Ne kadar önemli bir iş yapmış olduğunu şimdilerde çok daha iyi anlıyorum.

İster “ahmaklık”, isterse de “ineklik” olarak adlandırılsın; insanın kendi yaşamına bir anlam vermesi o yaşamın hakkını vermesi anlamına geliyor işte. Herkesin gözünü paranın ve statünün bürüdüğü bugünlerde (Arendt böyle dönemlere “Karanlık Zamanlar’ diyor mesela; ne de güzel söylüyor.), ahmak olmak ve kendine “her şey yolunda” diyebilmek büyük bir ayrıcalık gibi görünüyor benim gözüme. Ne mutlu ahmak olana öyleyse; ne mutlu ahmaklığı kendine şiar edinebilene…