Çarşamba, Temmuz 27, 2011

A hand bangs into sand a name / And we all understand

6 Temmuz'da İzmir'den uçağa bindim. Sabah erken bir saatti; sanırım altı civarı. Sınır polisi karşısına beni aldı. Bir süre bekledi bir şey yapmadan. Sanki bir şeylerin gelmesini/olmasını bekliyor gibi bir hali vardı. Sonra yan kabindeki polise "İnterpol'ün internet adresi neydi?" diye sordu. Cevabı alınca bir-iki kez bana baktı; bir süre de pasaportuma. Sonra ekrana döndü. Bana pasaportumu uzatırken de "Temiz; iyi yolculuklar!" dedi. Ben de terden ıslanan tişörtümü değiştirmeye gittim.

O günden bu yana üç havaalanı, iki ülke, üç kent gördüm; iki farklı üniversitede 3-4 farklı hocanın dersine katıldım; bir kez hostelde, iki kez otelde kaldım; birkaç Alman'la tanıştım; Türkçe konuşan onlarca insanla karşılaştım. Bu envanter meselesi böyle uzar gider aslında. İşin içine okuduğum kitap, makale, sayfa, paragraf, satır, kelime sayısını falan eklesem; çevirdiğim metne şöyle bir değinsem falan... Tüm bu listeler, sayılar bir yana, harika birkaç şey geldi başıma: Çok güzel iki kentin sokaklarında yürüme fırsatı buldum; sevgilime doğru bir yolculuk yapmayı hatırladım ve bende şu ana kadar hiç deneyimlemediğim bir etki yaratan iki kişiyle karşılaştım. Biri filozoftu -ki hakkını vereceğime inandığımda bu karşılaşma için ayrı bir yazı yazacağım-, diğeri ise... Diğeri neydi hakikaten?...

Konser duyurusunda "Melankolinin Beylerbeyi / Grandseigneur der Melankolie" olarak nitelenmişti Morrissey. Berlin'in bazı sokakları konserin afişleriyle kaplıydı ve bileti aldığım internet sitesinden kontrol ettiğim kadarıyla konser biletleri tükenmişti. (Bu arada biletleri yalnızca internet üzerinden (www.eventim.de) satın alabiliyorsunuz. Fakat bizim biletixten farkı, sizden bir işlem ücreti aldıktan sonra sizi tanımazlık etmiyor. Konserden iki gün önce size etkinlik mekânına nasıl ulaşabileceğinizle ilgili bilgi ve haritaları da gönderiyor mesela.) Çok uzun zamandır bekliyordum Morrissey'i sahnede görebilmeyi. 10 Haziran 2006'da İstanbul'a geldiğinde mezun olabilmek için final sınavlarına giriyordum. Yakın arkadaşlarımın neredeyse tamamının gittiği konser günü sınava girmek ve ertesi günkü sınava çalışmak zorunda kalmıştım. Hala unutamadığım şahane bir anıdır benim için.

Konserin yapıldığı yerden de söz etmek isterim. Zitadelle Spandau, 16. yüzyılda yapılmış bir şato ve yaz aylarında içine kurulan sahne konserlere ev sahipliği yapıyor. Anayoldan sağa dönünce, sizi bekleyen bir şato ve onu sizden ayıran bir akarsu ve gölle karşılaşıyorsunuz. Giriş için bunları geçen bir köprüyü kullanmak gerekiyor. Yoldan ayrıldığınızda büyü başlıyor.



Biz giriş için sıraya girdiğimizde içeriden yavaş yavaş müzik sesleri gelmeye başlamıştı. Başta konserin tam saatinde başladığına inanmayıp yalnızca hazırlık yaptıklarını düşündük. Almanya'da olduğumuz bir an aklımızdan çıkmış. Zira içeri girdiğimizde The Heartbreaks sahnedeydi bile. Surların içine açılan bir kale kapısı ve içeride kocaman bir alan, çevresi yiyecek ve içecek satanlarla kaplanmış, ortada kalan çim alanın ucunda sahne duruyor. Her şey beklediğimizden daha küçük aslında. İnsanlar beklediğimizden daha sakin; birçoğu çimlerde oturmuş bir şeyler içiyor ve the Heartbreaks'in tadını çıkarıyor.



Bizim o kadar da cool çocuklar olduğumuzu söyleyemeyeceğim. Zira hemen kenidmizi sahneye yakın ön sıralara atıyoruz. Biraz da çekiniyoruz aslında ilerlerken. Hem insanların sahne önüne yığılmamış olması ve cool halleri şaşırtıyor bizi, hem de uzun zamandır hayalini kurduğumuz, planladığımız şeyin içinde olma hali.. The Heartbreaks yarım saatten biraz daha fazla kalıyor sahnede. Onları dinlerken sahneye bir hayli yakınız; ama her şey biraz buğulu hala, biraz da büyülü. Uzaktan görsek "Bunlar The Smiths dinliyordur herhalde" diye kendi aramızda fısıldaşacağımız çocuklar sahneden inerken, sahnenin arkasındaki beyaz fon da değişiyor.



Sahnenin arkasındaki fonda Mauro Bolognini'nin 1962 tarihli Senilità filminden bir sahne var: Anthony Franciosa bir heykeli belinden kavramış ve belli ki tutkulu bakışlarını az uzağındaki Claudia Cardinale'ye dikmiş. Filmi ve yönetmeni Moz'a yakınlaştıran önemli ayrıntılar var aslında. Senilità bir adamın sevdiği elde edilemez kadınla olan melankolik ilişkisi ve kalp kırıklıkları üzerine kurulu. Ayrıca İtalyan sinemasından beklendiği gibi pek fotografik. Moz'un kullandığı görüntü de daha ilk bakışta insanı çarpıyor. (Konser çıkışında, şarkıların kulaklarındaki çınlaması geçmeden bu fotoğrafın öyküsünü öğrenmek istiyor insan.)
Morrissey'in ve grubunun sahneye çıkmasını bekliyoruz. Sahneye giden kabloların içinden geçtiği plastik platformu, sahneyi daha iyi görebilmek için kullanıyoruz. Önümüzde birkaç sıra insan var ve pek kaya kafayla karşılaşmıyoruz. Benim beklentim grubun sahneye gelmesi ve Moz'un müzikle birlikte bize merhaba demesi yönünde. Fakat hiç beklenmedik bir anda Morrissey koşarak sahneye geliyor ve "I'm throwing my arms around Berlin!" diyor. Etraftaki coşkuyu anlatmaya gerek yok.. Moz'un üzerinde siyah bir gömlek var; gruptakiler ise kırmızı "McCruelty" tişörtleri giyiyorlar.



"On the day that your mentality / catches up with your biology / I want the one I can't have / and it's driving me mad / it's written all over my face" diye başlıyor konser. "You're The One For Me, Fatty", "You Have Killed Me" ve "Speedway" ile devam ediyor. Moz bir yerde "Beethoven Was Deaf"i hatırlatır biçimde "I can speak German very fluently." diye bir çıkış yapıyor; "but I won't talk today." diye bitiriyor. Sonra başlayan şarkıyı kimse bilmiyor, tanımıyor. Adının "Scandinavia" veya "In Scandinavia" olduğunu sanıyorum. Maladjusted'a benziyor biraz. Şarkının bitiminde Moz'un yüzünde zıpır bir gülümseme var; son şarkısı olduğunu söylüyor. Konserden sonra, şarkıyı ilk kez iki gün önce İsveç konserinde söylediğini öğreniyorum. "Ouija Board, Ouija Board"yı çaldıktan sonra, yeni şarkılarından bir diğerini söylüyor. Kameram kayıtta; karşınızda "People Are the Same Everywhere"..

"Action Is My Middle Name"den sonra "So : the choice I have made / May seem strange to you / But who asked you, anyway ? / It's my life to wreck / My own way" diye başlıyor Moz söze. Ardından "Satellite Of Love" ve "I Know It's Over" geliyor. Sonraki şarkı ise bir marş gibi söyleniyor; söylenirken çiçekler havaya atılıyor: "Everyday is like sunday". Bir şarkı sonra da ikinci marş başlıyor: "There's a light that never goes out". Gecenin asıl büyük anı, Moz kollarını Paris'e doladıktan hemen sonra geliyor. "I loved Berlin; it's a beautiful city." diye başlıyor konuşma. Çığlıklar, alkışlar.. "But there's something horrible about it." Şaşkınlık ve suskunluk.. "Wherever I look, McDonalds, McDonalds, McDonalds,..." Bir alkış hali var herkeste; ama biraz da şaşkınlık. "Meat Is Murder" çalmaya başlıyor; Moz bir ara yere çöküyor. Enstrumental kısımda sahneyi bırakıp gidiyor; McCruelty ile baş başa kalıyoruz. Konser boyunca bir hayli dikkat çeken gitarist Jesse Tobias ve davulcu Matt Walker bu şarkıda sahnede büyüdükçe büyüyorlar. Şarkı uzuyor, uzuyor.. Galiba burada bitecek, dediğimiz anda Morrissey ve sarı gömleği sahneye çıkıyorlar. Final şarkısı "Irish Blood, English Heart". Bu şarkıda da herkes eşlik ediyor Moz'a.

Şarkının bitiminde herkesi selamlayıp, kalabalıktan ona uzatılan plak ve kitapları aldıktan ve insanlara gösterdikten sonra grubuyla birlikte sahneden ayrılıyor Morrissey. Kalabalığın bitmeyen alkışları neyse ki "First of the Gang to Die" için sahneye tekrar getiriyor onları. İçimde halen bir umut var, bunun peşine bir de "This Charming Man" bağlarlar diye; ama çok fazla şey umuyorum. ("The only mistake is I'm hoping..") Son bir selamdan sonra 18 şarkıdan oluşan yaklaşık 90 dakikalık büyük gecemiz sona eriyor. Etkisi ise hala geçmedi sanırım. Konserden çıktığımdan beri kendi kendime kaldığımda -burada çok fırsatım oluyor bunun için- ondan neden bu kadar etkilendiğimi ve insanların neden Morrissey'den söz etme gereksinimi duyduklarının sorgulamasını yapıp duruyorum. Benim kendimle ilgili ulaştığım sonuç, bana yaşamla ilgili birçok şey söylediği ve şarkıların gerçekliği karşısında duyduğum sarsılmaz inanç.
Daha önce çok etkilendiğim, büyüklüğü karşısında saygıyla eğildiğim bazı isimleri sahnede izleme şansım oldu. Herbie Hancock bunların en büyüğüydü sanırım. Fakat hiç böyle hissettiğimi söyleyemem. Nedenini şimdi yavaş yavaş anlayabiliyorum. Bir koreografisi, dansı, dansçısı falan yok Morrissey'in. Sahneye çıktığında şarkılarını söylemek ve bunu yaparken ne hissediyorsa onu sergilemekten başka yapacak hiçbir şeyi yok aslında. Nasıl hissediyorsa öyle davranıyor sahnede; somurtuyor, gülümsüyor, arkasını dönüyor, yürüyor, yere oturuyor. Sesiyle, sözüyle, bedeniyle, gerçek olan neyi varsa burada karşımızda. Bu onu tabii ki olumlu ve olumsuz ilgileri üzerine çekecek bir şeye dönüştürüyor; hayranlık uyandırdığı kadar, saldırılara da açık hale geliyor.
Kundera "Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği"nde Sabina'nın sanatta ve yaşamda çok önemsediği bir şeye dikkat çeker: amaçlanmamış güzellik. (Ressam Sabina'nın en sevdiği tablosu, üzerine boya dökülmüş, yanlışlıkla fırça darbelerine maruz kalmış olandır mesela.) Moz'da da amaçlanmamış bir bütünlük ve güzellik hali var. Her ne kadar o grubunu tanıtırken herkesin adını teker teker saydıktan sonra "and me with my many selves" dese de, tüm benlikleriyle barışmış, onları bütünleştirmiş biri var karşımızda. Bizse ona hayranlık duymadan yapamıyoruz. Onunla ilgili önemli bir tartışma yazısı okudum. Bir yazar Moz'un gerçek bir star olduğunu ve ondan sonra star olmanın imkânsız hale geldiğini yazmıştı. Bugün star/yıldız olarak anılanlarla karşılaştırıldığında "gerçek" diye niteleyebileceğimiz tek kişilik belki de Morrissey. Bu açıdan "yıldız olmanın" tanımını değiştirmiştir herhalde. İngiliz yönetmenler, Türkiye'deki uyarlamaların aksine, Shakespeare'in oyunlarını oyunculukları minimize ederek sahnelemeye çalışıyorlar bir süredir; çünkü yazar oyunculuk ile gölgelenmemesi gereken sözler söylüyor onlara göre. Morrissey de bizim şarkı söyleyen Shakespeare'imiz mi acaba? Danslardan, şovlardan azade gerçek bir şözler ve şarkılar bütünü.. Ona eşlik edebilecek şey ise sahnenin çeşitli yerlerine duran aynalar...

Yola çıktığımdan bu yana üç havaalanı, iki ülke, üç kent gördüm; iki farklı üniversitede 3-4 farklı hocanın dersine katıldım; bir kez hostelde, iki kez otelde kaldım; birkaç Alman'la tanıştım; Türkçe konuşan onlarca insanla karşılaştım; iki kentin sokaklarında yürüme fırsatı buldum; sevgilime doğru bir yolculuk yapmayı hatırladım ve bende şu ana kadar hiç deneyimlemediğim bir etki yaratan iki kişiyle karşılaştım. Biri filozoftu, diğeri de amaçlanmamış bir güzelliğe sahip bir yıldızdı. Bu yazıyı onun için yazdım.

Salı, Temmuz 26, 2011

izler..

zorlu bir geceyi proje ile geçirdikten sonra uzun bir güne henüz hazır değildim. sabahında ufak bir kahvaltı sehpasını 3 kişi güç birliği yaparak bitirmiştik. dinlenmem gerektiğinin farkındaydım. yoksa tam bir baş ağrısı olacaktım çevremdekiler için. uykuya kestirme yoldan girerek 1 saatlik bir mola verdim. işi bitirmiştim ama akşama hazır değildim. giyindim ve çıktık. ekip tamamdı. yoldaydık artık. yeşil tabelalar bizi konsere götürüyordu. birden adını hatırlamadığım bir noktadan çıktık. ben direksiyondaydım. konser konvoyunda bir kısmımız araca dışarıdan yürüyerek eşlik ediyordu. güvenlik rutininden sonra soluk otların araziyi kapladığı hazerfen'e girdik. aylarca istiklal caddesine gitmekten kaçınıp, bir gün bir buluşma için orda bulunduğum vakit hissettiğim kalabalığa alışma evresi bu sefer hazerfen için geçerliydi. kalabalık çoktu. herkes aynıydı. 2den fazla sahne vardı. bir sürü çadır.yeni yiyecekler.pahalı içecekler. kararsızdım. programdan haberim pek yoktu. sadece Travis' in çıkacağı saati hatırlıyordum. sahneye sol kanattan atak yaptık ama çabuk durduk. Skunk Anansie çıkmıştı. tüylü bir kıyafet seçmişti Skin kendine. konser sırasında kıyafetini değiştirip tüysüz kıyafetiyle devam etti. sesi albüm kayıtlarına göre daha inceydi. gitar tonları iyiydi. hala nerde olduğumun farkına varamamıştım, adeta ev beni çağırıyordu. Skunk Anansie faslından sonra Paolo Nutella çıktı. 7 kişilik ekibi cruise gemilerinde yemek arasında sunsalar sırıtmazdı. arada Beach House' a göz atalım dedik. bir kaç gruba ayrıldık. cep telefonları ile birbirimizi bulma konusunda zorluklar yaşadık. Beach House dinleyicilerinin zorlarına giderse borularına gitsin demiyorum ama Mazzy Star benzeri birşey çıktı karşımıza orada bulunduğumuz 3 şarkılık sürede. kalabalık bir dinleyici grubunu arkasına almasını anlamıyorum Beach House' un. Mogwai ve Travis 10 dakika ara ile farklı sahnelerde başlayacaktı. Selfish Jean in başlaması ile titreşim yapan bir jöle gibi kalabalıkla birlikte hareket ediyorduk. Fran Healy beyaz tellerin aradan çıktığı sakalları, şapkası, uzun saçlarıyla koşturuyordu sahnede. şarkılarda tansiyonun arttığı yerlerde bağırmıyordu artık. zaman içinde o, hoxton fin modelinden vazgeçmişti. ben de yavaş yavaş hoxton finden vazgeçmeliydim. şarkılardan birisinin ortasında (the man who'dan olma olasılığı yüksek) Andy podyumun ucuna kadar gelip diz üstü çöktü. bir yandan tepetaklak ettiği şişeden birasını içerken diğer yandan da şarkıya gerekli yerlerde eşlik etmeye başladı. coşku artık doruktaydı. seyirci kendinden geçmişti. şarkılar hep bir ağızdan söyleniyordu. Andy' nin bu hareketi sonrasında Fran dayanamayıp ( konser sonrasında netleştirdiğim bir cümledir. algılamam için dışarıdan yardım almam gerekti) "wepayourtaxes2 grubundan edge olsaydı podyum önüne gelip solo atardı, biz biramızı içiyoruz, sanırım bu yüzden biz Travis' iz" dedi. Hissi olarak gülmüştüm buna konser sırasında sonradan haklı olduğumu anladım..Hislerim kuvvetliydi. Konser bittiğinde ayaklarıma kara sular inmiş, kara suların sığ suyunda şıpır şıpır eve gitme vaktini bekleyen uslu çocuklar gibi debeleniyordum. gelmişken Moby'yi de görelim dedim ama uzun sürmedi bu istek..Mogwai' in de harikalar yaptığını, aynen aktarmam gerekirse "cayır cayır" çaldığını duydum.herkes yeterli doygunluğa gelince dönüşe geçtik. ben uyudum. dolu bir haftasonu geride kaldı. günler geçti ve aklımdan daha fazla silinmeden yazıyım dedim. yazayım demedim, yazıyım dedim. artık neden yazmadığımın farkına varmışsınızdır. organizasyon hergün daha iyiye gidiyor. grup seçimleri hala bir garip. 1995 - 2000 lerde gelmesini arzuladığımız bir çok grubu 2011 ' de görebiliyor olmak, arkasından çıkış yaptıkları dönemlerde sanatçıları getiremeyip; günümüzde yaşlı hallerinin ortaya koyduğu performansları saygısızca "pek iyi değil" diye eleştirenleri duymak beni pek mutlu etmiyor. rock'n coke' a alternatiflerin artmasını isteyerek, radar live'a ne olduğunu merak ederek, organizasyonların farklı şirketler tarafından da yapılmasını dileyerek bu yazıya son veriyorum.

Pazar, Temmuz 24, 2011

Berlin'den Dönememek..

Fazla fotoğraf çekmedik Berlin'de aslında. Bencillik yaptık; ukalalık yaptık.. Gördüklerimizi kendimize sakladık ve zihnimizde yaşlanmaya, buğulanmaya bıraktık. Yine de birkaç parça (biraz klişe) fotoğraf var elimde. Belki birlikte bakarız, dedim.


Berlin'de dalgalanan son Sovyetler Birliği bayrağı bu. Berlin'in Amerikan bölgesi'nin son kontrol noktasında, Checkpoint Charlie'de, sergileniyor. Burada bir müze ve herkesin fotoğraf çektirmesi için yapılmış bir kulübe var. Her şey bir simülasyondan, gerçeğin kötü biçimde taklit edilmesinden ibaret elbette. Amerikalılar arasında çok popüler bir mekân burası. Askerlerinin nerede görev yaptığını görmek istiyorlar.


Fotoğrafı da buradayken aklımdaki bir şeyden söz edeyim. Berlin'de bazı yerlerde o kadar baskın bir anti-komünizm ve sovyet-karşıtlığı görülüyor ki... Bir ülkenin (ve bir başkentin) parçalara ayrılması ve baskı altında yıllarca yönetilmesi konusunda Sovyetler'in büyük pay sahibi olduğu ortada tabii ki. Bu nedenle de bir karşıtlık olması anlaşılabilir. Fakat özellikle turistik yerlerdeyken Amerikanlaşmanın bir tür Sovyetler birliğinden ve komünizmden kurtuluş olarak tesis edilmiş olduğu izlenimi edindim. Bana biraz rahatsız edici geldi bu durum. Yine de kentin turistik olmaktan daha uzak olan yerlerinde başka bir kültürün var olduğunu bilmek rahatlatıcı bir şey.


Burası size ne hatırlattı? İlk bakışta ne düşündünüz? Bizim binayı gördükten sonra verdiğimiz ilk tepki "Anıtkabir'e ne kadar benziyor." oldu. Sonra "Ankara'yı hatırlatıyor." dedi Bengi. O sırada Nasyonal Sosyalist hükümetin Hava Kuvvetleri Karargâhını arıyorduk. Aynı anda "Bu o galiba." cümlesi çıktı ağzımızdan. Berlin'de gördüğümüz mimarinin büyük bölümüne aykırı, insanda politik iktidarın eziciliğini çağrıştıran bu binayla ilgili tahminimiz doğru çıktı.
Fotoğrafta sütunların arasından görülen resim sosyalizmi ve bir gösteriyi konu alıyor. Tabii ki 1945 sonrası yapılmış. Bahçede de 1953'te Doğu Berlin'in özgürlüğü için yürüyen yüzlerce kişinin önünde yer alan onüç kişi için yapılmış bir anıt/havuz var. Bir hayli sığ olan havuzun dibinde yürüyüşün önden bir fotoğrafı var. Su ve ışığın bir oyunu... Siyah-beyaz fotoğraftakiler yitirilmemiş bir mücadelenin yitmiş önderleri..


Berlin Duvarı her zaman bir önceki yazıda göstermiş olduğum gibi sanatçılar tarafından ısıtılmış/insanileştirilmiş değil; yer yer soğuk ve zalim yüzünü gösteriveriyor kentin ortasında. Fotoğrafta görülen duvarın arkası, Terör Topografyası Müzesi'nin duvarı olarak kullanılıyor aynı zamanda.


Fotoğraftaki yapı Berliner Dom; bence kentin en büyük sürprizlerinden biri. Ne zaman yapılmış Berliner Dom? Şöyle bir tahmin edin..
Yanıt: 1905. Saçma değil mi?.. Alman İmparatoru Avrupa'nın diğer büyük kentlerindeki tarihi katedrallere hayran ve eski bir bina yapılmasını istiyor.. İşte karşınızda.. Bana gerçekten ilginç geldi..
KAtedralin bulunduğu yer Museuminsel (Müzeler Adası), kentten geçen Spree'nin orta yerinde bir ada ve üzerinde dört müze ile bir katedral var. Bir de büyükçe park. Lütfen çimlere basınız; oturunuz ve hiçbir şey yapmamanın tadını çıkarınız..

Not: Morrissey konserini ayrıca yazacağım. Edith'in Rock'n Coke izlenimlerini de bekliyorum merakla..

Kayıp..

Bir günde iki kayıp.. Dün üst üste gelen üzücü haberler canımı acıttı.

"Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Alt katında uyumayı bir ranzanın
Üst katında çocukluğum...
Kâğıttan gemiler yaptım kalbimden
Ki hiçbiri karşıya ulaşmazdı.
Aşk diyorsunuz,
limanı olanın aşkı olmaz ki bayım!" (Didem Madak)

Bu dizelerin yazarı Didem Madak aramızdan ayrıldı dün. Bir kadın şairdi. Hep güzel ve duymayı isteyeceğimiz şeyleri söylemiyordu belki; ama ne söylerse söylesin öyle güzel söylüyordu. En azından benim bildiğim, anladığım budur.

Didem Madak'ı haberinden biraz önce de Amy Winehouse kayboldu.. Ona kendininkiler gibi, başka birinin şarkısı çok yakışırdı belki..

"Outside there is a pain
Emotional air raids exhausted my heart
And it's safer to be inside
So, I'm changing my plea
And no one can dissuade me
Because freedom was wasted on me
See how your rules spoil the game" (Morrissey).

Bu adları not edecek bir boş sayfamız varken, es geçmeyelim istedim.

Perşembe, Temmuz 21, 2011

Berlin.. Poor but Sexy



Beş tam günlük Berlin rüyasından uyandım dün. Tam bir rüyaydı Berlin; yaşama verilen gerçek bir molaydı. Yaşamın durduğu, akmaktan vazgeçtiği veya düşünmekten taviz verilen bir seyahat/tatil değil de; daha ziyade insanların kim olduklarına bakılmaksızın yan yana durabildiklerine olan inancı tazeleyen, anlayışsızlığa ve yaşamın karşımıza çıkardığı sınırların/duvarların sonunun geleceğini söyleyen bir histi.

Beş gün boyunca adımladım Berlin'i; fazlasıyla yürüdüm. Her köşe başında bir şeylere bakmak, bir sokağın güzelliğini seyretmek, bir kalabalığı süzmek için duraksanan bir kent Berlin. Cazibeli sokaklarına ve insanlarına kapılabileceğiniz bir kent. Acıklı tarihini, duvarını, bölünmüşlüğünü bir yara izi gibi taşıyor üzerinde; ama utanç duymadan. Aksine üstesinden gelmeyi bildiği tüm bu olumsuzluklardan dersler çıkardığını gösteriyor herkese. Duvarın kalıntısı ile Nazi Hava Kuvvetleri Komutanlığı (Luftwaffe) binasının karşı karşıya durduğu cadde terör topografyası müzesine açılıyor; Hitler'in sığınağının bulunduğu sokağın köşesinde Soykırım Anıtı duruyor; 10 Mayıs 1933'te kitapların yakıldığı (Bücherverbrennung) Bebelplatz'ın zeminindeki pencereler boş kitaplıklara açılıyor ve meydanın bir tarafında Humbolt Üniversitesi'nin Hukuk Fakültesi göze çarpıyor.



Berlin'e "yoksul ama seksi" denmesinin, Berlinlilerin bundan kıvanç duymasının nedeni tüm dünyadan sanatçıların ve bohemlerin kente akın etmesi. Neredeyse hiçbir sanayi tesisine sahip olmayan ve yalnızca hizmet sektörüne dayanan Berlin'de işsizlik Almanya'nın en yüksek düzeyinde. Fakat insanlar yaşamak için buraya gelmeyi tercih ediyorlar. Evet, kimse pek de kibar değil burada; çoğunluk pek varlıklı da değil. (Turist olanlar duruşları, bakışlarıyla hemen tespit edilebiliyor bu yüzden.) Fakat insanlar buradaki birlikte yaşama deneyiminin bir parçası haline gelmişler; bunu yaratabilmişler. Sokak sanatçılarını kentin her yerinde, sokaklarda, kafelerde görmek mümkün. Spree'nin kenarında sahne kurmuş bohem bir "yaz gecesi operası" var mesela. Bunun karşısında, nehrin kenarında tango yapanlar ve onları şezlonglara kurulup şaraplarını içerek izleyenler var.

Turistiklere yönelik olan yerleri bir kenara bırakırsanız, son derece de ucuz bir kent Berlin. Gerek konaklama, gerekse yaşam masrafları Türkiye'dekinden (mesela İstanbul'dan) daha bile ucuz sayılabilir. Bu yüzden de ziyaret etmekten çekinmemek gerek Berlin'i. (Ben gitmeden önce bir hayli hesap yapmıştım mesela; ama kent bunları boşa çıkardı. İki yıldır Berlin'de yaşayan bir arkadaşımla buluşup konuştuğumda aylık 700 Euro ile Berlin'de yaşanabileceğini söyledi.) Ayak bastığınız andan itibaren sarıp kendine bağlyor sizi bu kent. Kozmopolitan, çok boyutlu bir taraf var her bir açısında.

Kısa Berlin seyahatimde Zitadella Spandau'da bir Morrissey konserine ve Humbolt Üniversitesi'de Craig Calhoun, Klaus Eder ve Michelle Lamont'un derslerine de katıldım. Bunlarla ilgili izlenimleri ilerleyen günlerde yazacağım.

Salı, Temmuz 12, 2011

???

"Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:"
Habermas kendi etrafındaki dönüşünü kaç sayfada tamamlamaktadır?

Günler, aylar, sayfalar aldı.. Çevirinin dibi göründü. Bu bir mucize olmalı..

Çarşamba, Temmuz 06, 2011

Yaz

Sevgili SunnyDays

Hava sıcaklığı bir anda yirmilere geriledi bugün benim için. Birkaç gündür otuzlarda kavrulıyordum, ama yazın geldiğinden pek de haberdar değildim kendi adıma. Bugün havalar yirmili derecelere indi; ama beklenen yaz da geldi benim için. Geçtiğimiz bir-iki hafta yaşadığım koşturmanın sonucunda gerçek hayatıma dönmek, yaşamımı normalleştirmek adına yapılması gerekeni yapabildim.

Önümüzdeki üç ay boyunca Almanya’nın güneyinden, Tübingen’den yayın yapacağım sayın seyirciler. Bugün beni bu süre boyunca ağırlayacak odada, yatağın üzerine oturmuş bu satırları yazarken bile inanamıyorum bu işi sonunda gerçekleştirebildiğime. O kadar çok zaman, o kadar büyük enerji aldı ki... Alt tarafı bir uçak biletine bir de kabul mektubuna bakar, diye başladığım bu işin gerçekliğine inanmak zor hale geldi. Kendimi bu konuda ikna etmek için 24 saatlik ek süre çıkarttım savcılıktan.

Namı diğer üniversite şehri Tübi’yi, buradaki yaşamdan ayrıntıları ilerleyen yazılarda anlatacağım. Fakat bugün İzmir’den uçağa binip Stuttgart üzerinden otobüsle buraya gelene kadar Almanca’dan çok Türkçe çınladı kulağımda. Bindiğim otobüslerin şoförleri, yolcularının bir kısmı (özellikle de en yüksek sesle konuşanları), sokakta yürürken karşılaştığım insanlar... Sanırım biraz da bu yüzden bugün yetmedi nerede olduğumu tam olarak idrak etmeye. Yarın nerede uyandığımı anlayınca dünyann kaç bucak olduğunu görürüm..

12 metrekare civarı bir odada kalıyorum burada. Bir masam, yerden az yüksekte duran bir yatağım ve bir de giysileri koymak için kullandığım raflarım var. Unutulmaması gereken ayrıntılardan biri de, odamda bir şezlongun olması. Burayı benim için döşeyen ev arkadaşım Gerold, daha önce çalıştığı İsviçre’ye özgü içecekler üreten fabrikanın promosyon şezlonguyla odama renk katmış. Şaka bir yana, kitap okumak için hayli iş görecek. (Eskiden, kitap okuma işini abartmaya başladığım 90’lı yılların sonlarında da sadece kitap okumak ve öylece düşünmek için kullandığım bir şezlongum vardı odamda. Bir eşi de ondan belirli bir uzaklıkta, aralarında bir sehpa duracak biçimde tam kapının karşısına yerleştirilmişti. İki kişi bu şezlonglara kurulmaya kalktığındahttp://www.blogger.com/img/blank.gif, ilk fark ettiğin şey aslında birbirine değil kapıya bakıyor olduğun olurdu; aynı biraraya geldiklerini el aleme gösteren iki devlet başkanı gibi yani. Hangi şezlonda oturursan otur, şezlong doğası gereği bir partnere yer bırakmıyordu kısacası. Herkes kendi devletini yönetmeye, kendi gemisini yürütmeye devam ediyordu. Neyse, bu odada tek oturacak yer var zaten. –Şezlongtan karakter tahlili yaptığıma inanamadım bir anda. 150 yıl daha çalışsam kesin Orhan Pamuk olurum.-)

Son olarak sevgili dinleyiciler, gider ayak kendime bir yolculuk listesi yapmak istedim. (Edith’in deyişiyle “yolluk”.) Aslında bir süredir dinleyip beğendiğim şarkıları attığım bir klasör vardı. Onun içinden bir şeyler sıraladım işte. Sizinle paylaşmadan da yapamadım. Aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz playlist’e.

SunnyDaysPlaylist