Perşembe, Aralık 30, 2010

çok

Tek bir soru yok aslında.. Çok fazlası var..

"We look younger than we feel
And older than we are
Now nobody's funny
No god, they took our fashion week
That's a real bad thing
Cause we have scars to cover

Now I forget how to think
So crack my skull
Rearrange me
"
(The National)

Perşembe, Aralık 09, 2010

Çarşamba, Aralık 08, 2010

virüs

İyileşemiyorum.. Etrafımdakiler, benimle sık birlikte olanlar hasta oluyor. Onlar iyileşiyor; ben iyileşemiyorum. Sonra etrafımdaki başkaları hasta oluyor; onlar da iyileşiyor ve ben... Böylece devam ediyor döngü.

Kendimi bir kentteki o büyük salgını bulaştıran/başlatan mahsun bakışlı küçük şempanze gibi hissediyorum artık. Bilim insanlarına sesleniyorum: O benim! Panzehiri, aşıyı benden üretebilirsiniz!..

Reklamın geldiği son nokta..

Reklamı geçince hemen sağda..



Rehabilite olmak isteyenlere Sebastien Tellier'den La Ritournelle'i öneriyorum..

Perşembe, Kasım 11, 2010

Atay! Yine!

Edith için;

Tekrar okuyunca buraya yazmaktan alamadım kendimi.

"ben karagöz filan değilim. herkes birikmiş bizi seyrediyor. dağılın! kukla oynatmıyoruz burada. acı çekiyoruz. kapı kapı dolaşıp dileniyoruz. son kapıya geldik. insaf sahiplerine sesleniyoruz. ey insaf sahipleri! ben ve olric sizleri sarsmaya geldik. dünya tarihinde eşi görülmemiş bir duygululukla ve kendini beğenmişçesine ve kendinibeğenmişçesinesankibizdenöncebirşeysöylenmemişçesinegillerden olmaktan korkmadan kapınızı yumrukluyoruz. dilenciler krallığının en küstah soylusu olarak kişiliğimizi burnunuza dayıyoruz........ sizi ağlatmaya ve burnunuzdan getirmeye geldik. size dünyanın dörtten fazla bucağı olduğunu göstermeye geldik. bitmez tükenmez sızlanmalarımızla ananızı ağlatmaya niyetliyiz." (Oğuz Atay)

New York'ta Beş Minare veya Klişeler Her Yerde

Mahsun Kırmızıgül'ün son şaheseri New York'ta Beş Minare'ye gitmeye hiç niyetim yoktu; ama bir yandan da fazlasıyla merak ediyordum bu filmi. Özellikle fragmanını izledikten sonra ilginç bir film olabileceğini, belki şöyle bir bakmanın iyi olabileceğini falan düşünüyordum. Dün gece, sekiz buçukta okuldan çıkarken o saatten sonra hiçbir işe yaramayacağım düşüncesiyle film karşısındaki direncimin merakıma yenilmesine izin verip sinemaya gittim. Sonuç ise beklendiği gibi oldu..

Eski şarkıcı, yeni entel Mahsun Kırmızıgül hem yazmış hem de yönetmiş filmi. Gitmeden önce televizyonda izlediğim yorumlarda falan söylenen, hikayenin çok özgün olduğu ve bu nedenle filmin de görülmeye değer hale geldiği söyleniyordu. Fakat, bir kere, Bir yerden başka bir yere doğru ilerleyen bir hikaye var mıydı? sorusu aklımı meşgul ediyor. Zira birbiriyle bağlantısı iyi kurulmamış bazı bölümler var filmde. İstanbul-New York-İstanbul-Bitlis hattında sıralanan öyküler Mahsun Kırmızıgül'ün canlandırdığı Fırat'ın kişiliğinde, öyküsünde düğümleniyor; ama biz Fırat'a dair neredeyse hiçbir şey bilmiyoruz. Adam ("Bana oğlum deme Hacı!" çıkışı ve "Ne dedi?" sorusu dışında) konuşmuyor ki... Yalnızca susan, ezilmişlik hissini yansıtmaya çalışan ve şiddetle yüklü saplantılı bir polis portresi var karşımızda. Bu nitelemede fazla sıfat var ve karakterle ilgili çok şey biliniyormuş hissi uyandırıyor; ama tüm bunlar öyle yüzeydeki özellikler ki... Fırat'ın hiçbir derinliği yok sanki.
Hikayeye ilişkin başka bir sorun da, (benim için fazla kişisel bir rahatsızlık aslında bu) Mahsun'un diğer filmlerinde olduğu gibi fazlaca dramatik, hatta ağlak bir sonla bitiyor olması. Acıklı bir müzik, ağlamalar, vesaire... Böyle sonları rahatsız edici buluyorum; sanki insanların duygularıyla çok kolay yollardan ilişki kurmaya, onlarla oynamaya çalışıyorlarmış gibi geliyor bana.
Bir diğer mesele, filmde 'politik' olarak değerlendirilebilecek karakterlerin veya dialogların (mahsunizmin mahsunluğundan olacak herhalde) son derece sığ, derinlikten çok uzak ve fazla karikatürize olması. Bazı karikatürizasyonlar, özellikle politik konular söz konusuyken anlamlı ve derinliklidir. Sizi gülümsetir; aynı zamanda da politik konuların sakladığı bazı gerçekleri doğrudan konuşmadan daha iyi anlatır. Fakat New York'ta Beş Minare'de bunun ipuçlarına bile rastlamak mümkün değil. İslamofobik ve ukala FBI ajanı (11 Eylül'de kardeşini kaybetmiş-Klişe 1), şiddete eğilimli polis memuru (Doğulu, kan davası mağduru-Klişe 2), bu polisi onaylamayan babacan sorgu polisi (Salih Kalyon-Klişe 3), hoşgörü sahibi dini şahsiyetler (Klişe 4),emniyet amiri rolünde Zafer Ergin (Klişe 5), Doğu'ya gittikçe yükselen oryantal müzik sesleri ve pencere arkasından 'otantik görüntülere' bakan Türk ve Amerikalılar (Klişe 6), acılı ve cefakar dede ve anneler (Kırmızıgül yaşlıları nasıl kullanacağını ilk filmden beri çözmüş-Klişe 7), ve daha fazlası. Dolayısıyla hepimizin bildiği, görmekten sıkıldığı ve kurtulmak istediği klişeler üzerine kurulan karakterler ve hikaye(ler)... Özellikle oryantalizmden kaçma amacıyla kendi kendine uygulanan oryantalizm biraz duyarlı bir gözeden kaçacak gibi değil. Bence politik olarak en rahatsız edici taraf da burada zaten filmde.
Son olarak da şuna değinmek isterim: Tüm film boyunca insanı gülümsetecek tek bir kanuşma, dialog, durum yok; ama bunun yerine kameranın önüne her gelişinde filmde bir komedi unsuruymuş hissi uyandıran Mustafa Sandal var. Aklımda kalan klişeleri sayarken Mustafa Sandal'ın karakterine ilişkin hiçbir şeyi saymadım; çünkü o filmden ayrı bir şov unsuruydu benim için: ortada dolaşan bir yabancılaşma unsuru, yabancılaştırıcı öğe. Filmin orta yerinde "Ne günlerim geçti şu Amerika'da!", "Avrupa Birliği sürecinde Türkiye'de çok sayıda yargı reformu yapıldı." gibi cümleler kurması (Bunları tam olarak böyle söyledi; bir eksik veya fazla yok!!) ve bunları söylerken takındığı eda; öte yandan New York'ta eli silahlı siyahlara karşı yaptığı kung-fu figürleri tam bir neşe kaynağıydı. Bir noktada "Aya benzer yüreğim" diye şarkı söylemeye ve dans etmeye başlayacak diye korktum.

Sonuç olarak, film için harcanan zamanı boşa geçmiş hissetmemem için bu filmden neler öğrendiğimi düşünmem ve bloga konu etmem gerekir, diye düşündüm. Böylece, geçen zaman popcorn yemeye ayrılmamış ve belki de bir işe yaramış olacaktı. Böyle eğitici, öğretici faaliyetler için zamanı olan herkese ve Klişe nedir; nasıl kullanılır? sorusuna yanıt arayanlara hararetle öneririm Mahsun'un minarelerini. Gidiniz, görünüz, unutunuz; veya durun, unutmayıp tekrarlamaktan kaçınınız.

Salı, Kasım 09, 2010

bilgin is the new hıncal

kahve => fal => turizm => otelcilik => üniversite => yine turizm => çay => rijkaard => çay => kahvaltı => çay bardağı => TSE => yinee turizm => yine kahve => yine çay bardağı => peynir => turkish mozerella => yineee turizm => pastırma => juventus => balık => pastırma => çay bardağı

daha 20 dakka oldu adam hayatın sırrını verdi verecek... aldı başını seke seke gidiyor bakalım... hayretle dinlemekteyim...

oha be bilgin gökberk...

daha kaç tane tüm evreni çözmüş adam görücez bakalım... bir dur diyen olsa, hatta dur mur demese, direk ağıza silah sokmak suretiyle o kavramış beyini bizimle paylaşsa...

Pazar, Kasım 07, 2010

kış mı geliyor?

favori 5 li ana menüme döndüm

augumentin
otrivine
tantum
öskürük şurubu
ağrı kesici


iştah açıcı ek lezzetler

strepsils
çeşitli vitminler


şefin spesyali

elmalı güzel (arka odadan arak)

Salı, Ekim 26, 2010

/\

ne varolma kaygısı
ne de soğuk nefesi ölümün
ve yalnızlığın
çıldırmak veya çıldırmamak
veya ne zaman çıldıracağımıza karar vermek
işte bütün mesele bu.
karar vermek
sevmekten
umut etmekten
ve bilmekten
ne zaman çekileceğimize.

Çarşamba, Ekim 20, 2010

Dostluk üzerine fikir uçuşması

Beni pek meşgul eden kavramlardan biridir dostluk kavramı. Bu kavramla ilk kez doktoramın ilk yılında Siyasal Düşünceler Tarihi dersinde Ayhan Yalçınkaya'nın önerisiyle tanışmıştım. Ayhan Hoca, Hellenistik felsefe üzerine yapacağım sunuşu bu dönemde değişmeye başlayan dostluk kavrayışı üzerinden sorunsallaştırabileceğimi söylemiş, beni dostluk üzerine düşünmeye itmişti.

Çok sonraları dostluk meselesinin Platon ve Aristoteles için de hayli politik bir içerikle donatılmış olduklarını öğrendim. Bu iki düşünür aşk ve sevgi kavrayışlarını tesis etmeyi de dostluk çerçevesinde gerçekleştiriyorlardı. Platon, daha romantik ve "bir"leşme/"tek"leşme çerçevesinde ele aldığı "eros" kavramını öne çıkarırken, Aristoteles gönül yakınlıkları çerçevesinde kurulan bir yaşamın merkezinde yer alabilecek "philia" kavramını benimsiyordu.

Bütün bunları neden yazıyorum peki? Bugün Devrim Hoca'dan aldığım bir mesaj ve bunun sonrasında yaptığımız konuşma, bizim burada yaptığımız şeyin, birlikte -bir gönül yakınlığının sonucu olarak- yaptığımız bu şeyin -bir blog yazmanın- "philia" ile ilişkili bir durum olduğunu gösterdi bana. Aslında çok da değerli bir şey sanki bu. Farklı uzmanlıklara ve hayat görüşlerine sahip kişilerin bir yerde bir araya gelip bir şeyler söyleyebilmeleri philia ile ilgili bir etkinlik olsa gerek.

Biraz sayıklar gibi yazıyorum şu anda, biliyorum. Fakat bir durun, dinleyin.. Etkilendiğim ve asıl olarak paylaşmak istediğim bir şey var: Devrim Hoca'nın bana gönderdiği mesaj şöyleydi:
"We know that there are no friends, but I pray you, my friends, act so that henceforth there are. You, my friends, be my friends. You already are, since that is what I am calling you. Moreover, how could I be your friend; if friendship were not still to come, to de desired, to be promised?; If I give you friendship, it is because there is no friendship (perhaps); it does not exist presently." (Jacques Derrida)
Montaigne, bu sözlerin Aristoteles'e ait olduğunu yazıyor. Fakat Aristoteles'in bugüne ulaşan metinleri arasında böyle bir pasaj yok. Jacques Derrida da, Aristoteles'in bugüne bir biçimde ulaşmayı başarabilmiş bu sözlerinden öyle etkileniyor ki, "The Politics of Friendship" adında (okuması hayli zor) bir kitap yazıyor. Derrida'nın yaptığı bu şeyi öyle etkileyici ve heyecan verici buluyorum ki... Düşünün bir kere; bir adam, kendisinden 2500 yıl önce yaşamış birinin bugüne ulaşmış eserleri arasına bile giremeyen bir pasajı başka metinler üzerinden keşfediyor ve bunun üzerine bizim yaşamımıza ışık tutacak, kulağımıza bir şeyler fısıldayacak bir kitap yazıyor. Düşünün ki, Derrida ortalığa düşmüş "dost" arıyor.

Buradaki pasajın beni etkileyen ve onu buraya taşımama neden olan ikinci özelliği ise, bizim burada yapmaya çalıştığımız şeyin de belki bu yoldan anlaşılabileceğini düşünmemdi. Bizler, hiç şüphesiz, bir dostlar topluluğuyuz. Birbirimizle böyle bir çaba içine gireceğimize "söz verdik". (Aslında bunu başka başka dost gruplarıyla defalarca kez tekrarlıyoruz.) Fakat dostluk, söz verdiğimiz yerde kalacak bir şey mi acaba? Derrida, bunu ortaya çıkarıyor ya işte: Dostluk, hiçbir zaman burada var olmasıyla gerçekliği kanıtlanabilecek bir şey olamaz; o ancak ve ancak gelen/gelecek ("coming") bir şey olabilir. Verilen bir sözün, yapacağımızı söylediğimiz bir şeyin gerçekleşme potansiyeli... Bizim dostlar topluluğu olarak, birbirimizle birlikte olabilecek olma potansiyelimiz; ama burada, şimdi değil. Ancak bir olasılık, gelmekte olan bir şey olarak...
Bir kez daha söylemekte kusur yok: "How could I be your friend; if friendship were not still to come, to de desired, to be promised?" Öyleyse sormakta da sorun yok elbet: Dostlarım, dostum olur musunuz?

*

daysarenotsunnynotevenfunny
itstruewe'retrappedhere
insadnessandalittlebitofmadness...
e.



Cumartesi, Ekim 16, 2010

İyi Şeyler

Geçtiğimiz haftayı Emir Kustirica'nın Altın Portakal maceralrı ve "pek sevgili" devlet erkanımızın duyarlıklarının tartışılmasıyla geçirdik. Haberler, tartışmalar her zaman olduğu gibi sıkıcıydı. Fakat önemli bir haber, biraz da sstır arasında kalarak düştü internet sitelerine, gazetelere. Yunanistan'da 7 Aralık 2008'de bir polisin öldürdüğü Aleksandros Grigoropolus'un katiline ömür boyu hapis cezası verildi. Hatırlarsanız, polisin sokakta infaz ettiği 'Aleko'nun ölümünden sonra Yunanistan uzun süredir Avrupa'da görmediğimiz bir sokak hareketine sahne olmuştu.

Verilen cezanın Aleko'nun ölümünü geri alamayacağı açık. Hatta anarşistlerin Atina'daki canlanmasına sebep olan bu olayın, bir kişinin yaşamının bitmesi anlamına geldiğini de hep hatırlatıyorum kendime. Derrida'nın Marx'ın Hayaletleri'nin girişinde dikkat çektiği gibi, bir insanın ölümü ister bir bayrak gibi simgeleşsin, ister dava içinden anlaşılsın sonuç olarak bir insanın, bir ismin ölümüdür ve bu nedenle biriciktir. Dolayısıyla ne Atina sokaklarında yaşananlar ne de bu ceza Aleko'nun, bu özel ismin, yaşamının anlamı olabilir. Fakat biz geride kalanların adalet duygusu için Aleko'nun ölümünün bir cezaya konu olması önemli gözüküyor. İçim rahatladı mı öğrendikten sonra? Pek öyle olduğunu söyleyemem; rahatlamamalı da. Fakat resmi bir katilin cezalandırılması adil ve iyi bir şey. Umarım Hrant Dink'in ölümünden sonra da 'iyi bir şey'le karşılaşabiliriz.

Haftanın ikinci iyi şeyi ise haftasonunda izlediğim Kustirica'nın Maradona belgeseliydi. Öyle fazla gollerle bezenmiş, Maradona'nın muhteşem futboluna odaklanmış bir film çekmemiş Kustirica; temel derdi Maradona'nın nasıl bir insan/tanrı olduğunu göstermek istemiş. Bence başarmış da.. Zaten film, Maradona'nın insan formunda bir tanrı olduğunun kabulüyle başlıyor ve bunun üzerine kuruluyor. Tüm filmi kateden bir politik tavır da mevcut ve bu tavır, Maradona'nın politik duruşuyla gösteriliyor. Sonlara doğru ise, Maradona'nın (tanrı bile olsa) insani yanlarıyla, hatalarıyla yüzleşmesine ayrılmış sanki. Hiç ağlak olmayan, ama Maradona'nın yaptığı yanlışları ve onları geri döndürülemez biçimde gerçekleştirdiğini nasıl anladığı üzerine kurulu. Kustirica sanki "Tanrı da olsanız, bu dünyaya inince, onun yapısı gereği hatalar yapıyorsunuz." demeye getirmiş ince ince. Fakat son sahne, bizi o hataların ağırlığından kurtarıyor: Maradona sahneye çıkıp kendi şarkısını dostları ve ailesiyle öyle güzel söylüyor ki... Bütün hafta o şarkıyı dinledim, desem abartmamış olurum. (Aşağıya da postalıyorum zaten.)Maradona, bu hafta başıma gelen en iyi şeydi..

Add/Drop

Bildiğiniz gibi, veya anlaşılacağı üzere, bizim blog kollektif bir çalışma. Son zamanlarda benden başka yazan olmasa da, ben hala bu birlikte bir şeyler yapma kapasitesine inanmak istiyorum. Arendt, buna dynamis diyor mesela: birlikte bir şeyler yapabilme ve ortaya çıkarabilme kapasitesi. Bu kapasite bazı zamanlarda edimsel bir şeye dönüşüyor; yani bazı şeyler ortaya çıkarıyor. Bazı zamanlarda ise yalnızca bir kapasite olarak, bir potansiyel olarak, varlığını alttan alta sürdürüyor.

Laf kalabalığı yaptığımın farkındatım; ama yazmak istedim bugün. Aslında bir şeyi buradan haber vermek istedim. Takip ettiğim, takip etmenin keyifli olduğunu düşündüğüm bazı blog ve internet sitelerini ekledim bizim sayfaya.

Kollektifin üyeleri,
Sizler de ekleyiniz ve memnuniyetsiz olduğunuz eklemeleri belirtiniz lütfen; tartışalım..

Sevgili okuyucu,
Sen de bizim yazılardan sonra belki bunlara da bakmak istersin. Ben her gün baıyorum, pek pişman olmadım..

Umarım birlikte bir şeyler ortaya çıkarmanın mutluluğu şehre geri döner.

Pazartesi, Ekim 04, 2010

Norgunk!

Soruyu Abdurrahman Aydın sordu başlangıçta: “Hepimiz bir yıkım sürecinin içine doğuyoruz. Bu sürecin içinden çıkmak mümkün mü?” Abdurrahman’ın Deleuze ve Guattari’nin ‘Felsefe Nedir’de dile getirdikleri problemlerden birini aktarma biçimiydi bu soru. İçine doğulan dünyayı sorunsallaştırması ve onu değiştirmek, yıkım sürecinden çıkmak için onu değiştirmeyi amaçlayan bir soru/arayış başlı başına politiktir. Bu nedenle de politik tartışmanın konusu olmalıdır.
Abdurrahman’ın sorusuna ilk anda verdiğim yanıt şöyle olmuştu: “Morde ratesden,/ Esur tinga serg! Teslarom portog tis ugor anleter, ferto tagan ugotahenc metoy-doscent zist. Norgunk!” Bir kez okumuş olanların bile, kimden alıntılandığını fark ettiğine emin olduğum bir pasaj bu. Oğuz Atay’ın ‘Korkuyu Beklerken’inde ana temeyı oluşturan ve ne anlama geldiği, hangi dilde ve dünyada konuştuğuna bir türlü karar verilemeyen ve en sonunda anlamı açıklanmadan bırakılsa da, öykünün kahramanının en ciddi meşkalesi (ve korkusu) haline gelen not. Arkadaşıma vermek istediğim yanıt, onun da pek iyi anladığı ve zalimce bulduğu gibi, problematize ettiğimiz ve içinden doğumumuzdan beri bir türlü çıkamadığımız yıkım sürecini sonlandırmanın ancak ve ancak sahip olduğumuz kavramsal içeriklerin ve bu içerikleri içerisinde oluşturduğumuz/inşa ettiğimiz dilin aşılması/değiştirilmesi yoluyla olabileceğiydi.
Geçen günlerde aynı hayalin, ve belki de çözümün, ‘Tutunamayanlar’ın Selim’i tarafından da benzer biçimde kurulmuş olduğuydu. Şöyle diyor Selim: “Yeni bir dilbilgisi kitabı çıktı mı bugünlerde? Öznenin, yüklemin filan başka bir düzen içinde yerleştirilmesini sağlayarak beni istediğim anlama kavuşturacak böyle bir kitap. Ne diyorlarsa, yalnız onu demek isteyecekler için geliştirilmiş bir düşünce ve ifade kuralları ne zaman bulunacak?”
Söz konusu sorunun ve ona verilen benzer yanıtların izini felsefe ve edebiyat alanında başka isimler aracılığıyla da sürebiliriz. Dolayısıyla içinde yaşadığımız yıkıcı düzeni (kapitalizm, modernlik veya başka adlarla rahatlıkla anılabilir) aşmaya yönelen düşünürler her zaman önce ifade biçimlerimizin aşılması gerektiğine dikkat çekiyorlar. Aramak, aramak, düşünmek ve yeniden inşa etmek gerekiyor içinde yaşadığımız dünya gibi, hava gibi etrafımızı saran dilin sınırlarını, varlığı, varolanı aşmak için.
Bir kez daha: Norgunk!

Pazar, Haziran 06, 2010

"Umuttur"

Belki son yazdığım yazıdan sonra, birileri de benim gibi Turgut Uyar'ı düşünmüştür.. Ben düşündüğümü paylaşayım.

UMUTTUR

“sen beni sevdikçe ey yar derdim artar daima”
çünkü beni sevsen de
güvenmezsin bana bilirim
ama artan her şeyle birlikte yanlışlık da artar
mesela her su gözyaşı olur
her dönem bir hazin geçiş
suya boşversem yanılsama
aya baksam bir bulut
sevgisizlikle birlikte yanlışlığın hükmü başlar

bir düşün kaç kişiyiz bildirilerde
şimdilik kaç paralığız hele akşam olunca
bunca sütsüzün kahrını çektik düşün ki
gene de soluğumuz
bir orman yangını sanılır oralarda buralarda
ezildik gerçi ama horlanamadık bunu hatırlarsın
mutlaka hatırlarsın bunu
tut ki enver bırakır tehdidini
ethem başlar

çünkü beni sevsen de bana güvenmezsin iyi bilirim
apoletim sırmasız hatta hiç yok
su içsem ağzımın kenarlarından dökerim
neyi hatırlatır benim sana uzak bir bakışım
bilirim
aslında mutsuz yaşayıp gidiyoruz
ölüme direnerek şimdilik
şimdilik alımlı bir başka mutluluklara özenerek
aşkımız ve mutfak rafları ve uçaklar üstüne korkumuz
bir yudum gelecek ve mutlu saatler üstüne korkumuz
ama birlikte biliyoruz: eğilecek bugünkü başlar

sev beni, alış bana
kimse ürkütemez bağlandığımız güzelliğin utkusunu
sev beni, bir dağ gölgesi kadar sev
şimdilik bırak musluğun sızmasını damın akmasını
bir tırnak gibi büyü domuz bir tırnak gibi
zorlayarak her bir yanı
çünkü biraz sonra umut başlar her günkü, başlar

aslında bir alıştırmadır umut
öbürlerinin azıcık nefes diye bağışladığı
-baharı beklemeye benzer-
hain ve olmayanadır çünkü
umutsuzluğu taşır yanında
oysa nasıl olsa gelecektir bahar denen tarih
önüne durulmaz mantığıyla doğanın
yeşilden olma birim
sudan gelme itmeyle

umut yoktur
kimse yoktur umut etmemeyi önleyecek
çünkü umut kaçınılmaz gelecektir
bütün gümbürtüsüyle
umut kaçınılmaz gerçektir çünkü
biri Asya’da biterken sözgelişi, Şili’de öbürkü başlar

Turgut Uyar
(Toplandılar, 1993)

Not: Epigraf adında iyi bir edebiyat sitesi var. Emre Sururi diye biri yayınlıyor. Bir bakmanızı öneririm: Epigraf.

Cuma, Haziran 04, 2010

Umut..

Sabah odaya geliyorum. Otomatik hareketler: Bilgisayarın açma tuşuna bas; su şişeni ve kahve hazneni al, su doldur, geri getir; kahveyi koy; thunderbird'ü aç ve maillerine bak; firefox'u aç... Önce maillerime bakıyorum; sonra günlük haber faslı başlıyor. Eğer acil ve fazladan bir iş yoksa sabah rutinim böyle. Peki bunu neden anlatıyorum?... Haber sitelerini açana kadar her şey yolunda oluyor genelde sabahları. Haberlere bakmaya başladığım andan itibaren yaşam enerjimin tükenmeye başlıyor.
Örneğin, İsrail'in saçmalıklarını Türkiye ve dünyadaki haberlerden takip ediyordum birkaç gündür. Sonra dün öğleden sonra bir haber düştü internete: İskenderun'da bir piskopos, kendisine vahiy geldiğini iddia eden şöförü tarafından bıçaklanarak öldürülmüş. Bengi'yle benzer zamanlarda okuduk haberi. Uzun bir sessizlik oldu odada. Sessizliği bozansa, "yabancı düşmanlığının savaş çığlıklarıyla iç içe geçtiği, her gün politika ile bağlantılı cinayetler işlenen bir ülkede umut nerede durur?" sorusu oldu. Umut terk etmişti sanki bu toprakları, bu insanları.
Bugüne de aynı rutin ile başladım. Sabah, bilinenler dışında kötü bir haber yoktu. Öğlene doğru, bu kez Hrant Dink'in avukatlarından Hakan Karadağ'ın evinde ölü bulunduğu haberi düştü. (Ardından gelen google'ın sansürlendiği haberi canımızı bile sıkamadı bunun üzerine.) Bugün de umut etmeye fırsat bulamadan, elimizde politika üzerine yazılmış kitaplar ve makalelerle son buldu bizim için.
Kant'ın güzel bir sınıflaması vardır: Önce epistemoloji gelir ve "neyi bilebilirim" sorusunu sorar. Ardından etiğin "nasıl davranmalıyım" sorusu gelir. Son soru ise "neyi umabilirim"dir ve sorunun yanıtı politikada aranmalıdır. Şimdi, bugün, burada yaşarken sormak gerek: Neyi umabiliriz bizler?
Politikayı kendine dert edinmek, umudu dert edinmektir kendine. Sadece kendimiz için değil, başkaları için de umut edebilmeyi denemeye cesaret etmektir. Mülteciler ve yasadışı göçmenler üzerine yazanlar, haklara sahip olmayanların hakları olduğunu ortaya koyanlar rahat koltuklarında para kazanmaktan başka bir şey yapmaya çalışır: kendileri için olduğu gibi, başkaları için de umut etmeye. Şimdi birileri söyleyebilir mi lütfen, neyi umabilirim kendi adıma? Neyi umabilirim başkaları adına? Aynı sözlerin aynı ağızlarda tekrar tekrar çiğnenmesinden yoruldum. Kendi sözlerimden yoruldum. Sadece umut etmek istiyorum. Biri yanıt versin, neyi umut edebilirim?

Perşembe, Mayıs 13, 2010

İzmir'den bildiriyorum..

Geçen günlerde 'bahar geldi' diye seviniyorduk hepimiz. Havada güzel bir koku, her yer aydınlık ve çekici... Ellerde dondormalar, uzun sahil yürüyüşleri..
Bugünlerde hava iyice ısındı burlarda; bunaltıcı sıcak, insanın üzerine gelen bulutlar... Bir de bilgisayarda kapanmayan bir word dosyası yazılmayı, bitirilmeyi bekliyorken iyice azalıyor insanın tahammülü karşılaşılan aksilikler karşısında.

Bitsin şu yazı artık; bitsin. Bazen soruyorum kendime, neden bir işe büyük bir heyecan ve şevkle başlıyor ve bitmesine yakın o 'bit(ir)me anı'nın gelmemesi için var gücümle uğraşıyorum, diye. Bütün bu söylenmeler, bitebilecek şeyleri sonu gelmeyen süreçlere dönüştürmeler benim yaşam biçimim oldu galiba. Böyle ifade edince çok korkutucu gözüküyor gözüme..

Neyse, yarın bir çalışmayı sonlandırmak için çok güzel bir gün olabilir; ya da belki bir sonraki gün..

Çarşamba, Mayıs 05, 2010

Yaşamak; bir hayali...

Bir hayli zamandır söyleyecek sözüm olmadığından mı, yoksa başka şeyler yüzünden yazmaya zaman ayıoramadığımdan mı, bilemediğim bir şekilde hiçbir şey yazmadım buraya. Aslında kendime ait pek fazla sözüm de yok bugün. Fakat Orhan Pamuk fena yakaladı yine beni. Kendi sözümü buraya değil de, başka bir yerlere karaladım/karalayacağım bu konuyla ilgili (Belki sonra burada da paylaşırım.); ama neden yazdığımız, neden düşündüğümüz ve neden yaşadığımızla ilgili yanıtlardan biri olarak, bir bakış açısı olarak, kulağımıza Pan'ın fısıldadığı bir cümle olarak aşağıdaki alıntıyı okumanızı öneririm.

“…Boğazdan geçen karanlık bir tankerin yağan karın içinden gelen iniltisini, şehrin bütün pencerelerini hafif hafif titreterek geçişini dinlerken ekledi: “Çünkü, yaşadığımız hayatın bir başkasının düşü olduğunu kanıtlamanın hiçbir şey değiştirmeyeceğini biliyorum artık.”
Kuş uçmaz kervan geçmez bir Doğu Anadolu dağına yerleşerek iki yüzyıl kendilerini Kaf Dağına götürecek yolculuğun hazırlığını yapan Zeriban aşiretinin hikâyesini anlattı sonra Saim. Hiçbir zaman çıkmayacakları Kaf Dağı’na bu yolculuk düşüncesinin, üç yüz yirmi yıl öncesindeki bir rüya kitabından alınmış olması ya da bu gerçeği kuşaktan kuşağa sır gibi taşıyan Şeyhlerinin zaten Kaf Dağı’na hiç gitmemek için Osmanlı’yla anlaşmış olması neyi değiştirirdi ki? Küçük Anadolu kasabalarındaki sinemaları Pazar öğleden sonraları dolduran erlere, seyrettikleri tarihi filmdeki yiğit Türk savaşçısına zehirli şarabı içirmeye çalışan perdedeki fitneci ve tarihi papazın, gerçek hayatta İslama bağlı alçak gönüllü bir oyuncu olduğunu anlatmak, bu insanların tek eğlenceleri olan öfkelerinin tadını kaçırmaktan başka bir sonuç verir miydi? Sabaha doğru, Galip, oturduğu divanın üzerinde uyuklarken, Saim, büyük bir ihtimalle, Arnavutluk’ta, yüzyıl başından kalma beyaz bir kolonyal otelin, rüyaları hatırlatan boş salonunda, bazı parti liderleriyle buluşan Bektaşi şeyhlerinin kendilerine gösterilen Türk gençlerinin fotoğraflarına gözyaşlarıyla bakarken, törenlerde tarikat sırlarından değil, coşkulu Marksist Leninist çözümlemelerden söz edildiğini de bilmediklerini söyledi. Yüzyıllardır aradıkları altını, hiçbir zaman bulamayacaklarını bilmeleri de simyacıların mutsuzluğu değil, varlık nedeniydi çünkü. Modern illüzyonist, onu heyecanla izleyen seyirci, bir an olsun bir hileyle değil, bir büyüyle karşılaştığını sanabildiği için mutlu oluyordu. Birçok genç, hayatlarının bir döneminde işittikleri bir sözün, bir hikâyenin, birlikte okudukları bir kitabın etkisiyle aşık oluyorlar, aynı heyecanla sevgilileriyle evleniyorlar ve hayatlarının geri kalanını da aşklarının arkasında yatan bu yanılsamayı hiçbir zaman anlamadan, mutlulukla yaşıyorlardı. Karısı sabah kahvaltısı için masanın üzerindeki dergileri toplar, sofrayı kurarken, bütün yazıların hayattan değil, sırf yazı oldukları için, en sonunda, birer düşten söz açtıklarını bilmenin de, hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini söyledi.”
(Orhan PAMUK, Kara Kitap, İstanbul, Can Yay. 1993, s. 78-79.)

Pazar, Nisan 18, 2010

fabrika

bursada orman yanında bir fabrikada gece gündüz çalışmanın çook nadir faydalarından biri:

öğlen hafif yağmur çiseliyor, hafif de serin bir esinti oluyor... sigara içmeye çıktığında fevkalade bir toprak kokusuyla karşılaşıp şaşırıyorsun...

o sigara bambaşka bir sigara oluyor tabi.

Salı, Mart 16, 2010

Hindi Zahra - Beautiful Tango

Yarı Fransız ve Faslı olan Hindi Zahra'yi takdim etmekten gurur duyuyorum. 2010 çıkışlı albümü Handmade yürek okşayan cinsten.
Buyrun, albümün ilk parçası.



Sempatikliğine daha yakından tanık olabildiğimiz için bu vidyoyu da paylaşmak istedim, Soul Kitchen filmiyle bir bağlantısı mı var diye heyecanlandım ama sadece isim benzerliği imiş.

Hindi Zahra - Beautiful Tango | Soul Kitchen Session from Soul Kitchen on Vimeo.

Cumartesi, Şubat 27, 2010

Pazar, Şubat 21, 2010

Türkan Sultan öldü mi? Issız ajun kaldu muii?

Türkan Şoray'ın NTV'deki proğramına iki defa denk geldim, takıldım kaldım, gözlerim doldu, ağlayasım geldi...
Türkan Sultan'ın o tavırları ve akranı konukların reaksiyonları (yaaa yaaa tabiiiii... ahhh ne zordu o zamanlaaaarrr, zamanlaaarr... ne zorluklar ah aman ne zorluklar...) hadi neyse retro bir hava veriyor diyelim... O jenerik müziği girip de slow motion konuk uğurlama sahneleri direk ya Türkan Abla ya da konuk 90ların başında vefat etmiş havası yaratıyor...
Büyük değerlerimiz bunlar, sahip çıkalım.
Hıck. Lütfen bak...

Pazar, Ocak 24, 2010

bur-sa-lı-sın

Hey sen!
Ekranın başındaki...

Kendine bile itiraf edemediğin bu gerçekle yüzleşmenin vakti gelmedi mi?

İçindeki "bursalı"yı dışarı vur...

Everybody have a "bursalı" inside!

heheyttt sıyırttım iyice...

Perşembe, Ocak 21, 2010

Beirut - Elephant Gun ♥



Yönetmen: Alma Harel
Koreografi: Joann Jansen
Kostüm Tasarımı: Lauren Tafuri
Makyaj: Kayleen McAdams
Post Prodüksiyon: Ghost Town Media

Salı, Ocak 19, 2010

Bağımsız müzik grubu Pomplamoose

Pomplamoose'a bir göz atmanızı tavsiye ederim.
İnternette ünlü olup Sony, Universal ya da benzeri bir şirketlerin onlara yaptıkları teklifleri reddetmişler. Bağımsız olarak orjinal parçalarını 1 dolara satıyorlar, coverları ise ücretsiz. İki örnek Simon and Garfunkel - Mrs. Robinson ile MJ - Beat It olarak gelsin.





Perşembe, Ocak 07, 2010

10 numara 100 numara

Bir tuvalet için kelimelerin kifayetsiz kalacağı hiç aklıma gelmezdi
doğrusu. Respekt.

Neresi bilmiyoruz, bilinmiyor... Bir reklam ajansı olması kuvvetle muhtemel.

Çarşamba, Ocak 06, 2010

YesYesNo'dan İnteraktif Tasarım


YesYesNo isimli interaktif projeler üreten ofisin, yüz gülümseten çalışması.
Kendileri buradaymış.

Cumartesi, Ocak 02, 2010

binbinon

''Yeni yıldan,
2 başarı öyküsü
0 irade bozukluğu
1 fotoğraf makinesi
0 kararsızlık
istiyorum.''