Perşembe, Mayıs 13, 2010

İzmir'den bildiriyorum..

Geçen günlerde 'bahar geldi' diye seviniyorduk hepimiz. Havada güzel bir koku, her yer aydınlık ve çekici... Ellerde dondormalar, uzun sahil yürüyüşleri..
Bugünlerde hava iyice ısındı burlarda; bunaltıcı sıcak, insanın üzerine gelen bulutlar... Bir de bilgisayarda kapanmayan bir word dosyası yazılmayı, bitirilmeyi bekliyorken iyice azalıyor insanın tahammülü karşılaşılan aksilikler karşısında.

Bitsin şu yazı artık; bitsin. Bazen soruyorum kendime, neden bir işe büyük bir heyecan ve şevkle başlıyor ve bitmesine yakın o 'bit(ir)me anı'nın gelmemesi için var gücümle uğraşıyorum, diye. Bütün bu söylenmeler, bitebilecek şeyleri sonu gelmeyen süreçlere dönüştürmeler benim yaşam biçimim oldu galiba. Böyle ifade edince çok korkutucu gözüküyor gözüme..

Neyse, yarın bir çalışmayı sonlandırmak için çok güzel bir gün olabilir; ya da belki bir sonraki gün..

Çarşamba, Mayıs 05, 2010

Yaşamak; bir hayali...

Bir hayli zamandır söyleyecek sözüm olmadığından mı, yoksa başka şeyler yüzünden yazmaya zaman ayıoramadığımdan mı, bilemediğim bir şekilde hiçbir şey yazmadım buraya. Aslında kendime ait pek fazla sözüm de yok bugün. Fakat Orhan Pamuk fena yakaladı yine beni. Kendi sözümü buraya değil de, başka bir yerlere karaladım/karalayacağım bu konuyla ilgili (Belki sonra burada da paylaşırım.); ama neden yazdığımız, neden düşündüğümüz ve neden yaşadığımızla ilgili yanıtlardan biri olarak, bir bakış açısı olarak, kulağımıza Pan'ın fısıldadığı bir cümle olarak aşağıdaki alıntıyı okumanızı öneririm.

“…Boğazdan geçen karanlık bir tankerin yağan karın içinden gelen iniltisini, şehrin bütün pencerelerini hafif hafif titreterek geçişini dinlerken ekledi: “Çünkü, yaşadığımız hayatın bir başkasının düşü olduğunu kanıtlamanın hiçbir şey değiştirmeyeceğini biliyorum artık.”
Kuş uçmaz kervan geçmez bir Doğu Anadolu dağına yerleşerek iki yüzyıl kendilerini Kaf Dağına götürecek yolculuğun hazırlığını yapan Zeriban aşiretinin hikâyesini anlattı sonra Saim. Hiçbir zaman çıkmayacakları Kaf Dağı’na bu yolculuk düşüncesinin, üç yüz yirmi yıl öncesindeki bir rüya kitabından alınmış olması ya da bu gerçeği kuşaktan kuşağa sır gibi taşıyan Şeyhlerinin zaten Kaf Dağı’na hiç gitmemek için Osmanlı’yla anlaşmış olması neyi değiştirirdi ki? Küçük Anadolu kasabalarındaki sinemaları Pazar öğleden sonraları dolduran erlere, seyrettikleri tarihi filmdeki yiğit Türk savaşçısına zehirli şarabı içirmeye çalışan perdedeki fitneci ve tarihi papazın, gerçek hayatta İslama bağlı alçak gönüllü bir oyuncu olduğunu anlatmak, bu insanların tek eğlenceleri olan öfkelerinin tadını kaçırmaktan başka bir sonuç verir miydi? Sabaha doğru, Galip, oturduğu divanın üzerinde uyuklarken, Saim, büyük bir ihtimalle, Arnavutluk’ta, yüzyıl başından kalma beyaz bir kolonyal otelin, rüyaları hatırlatan boş salonunda, bazı parti liderleriyle buluşan Bektaşi şeyhlerinin kendilerine gösterilen Türk gençlerinin fotoğraflarına gözyaşlarıyla bakarken, törenlerde tarikat sırlarından değil, coşkulu Marksist Leninist çözümlemelerden söz edildiğini de bilmediklerini söyledi. Yüzyıllardır aradıkları altını, hiçbir zaman bulamayacaklarını bilmeleri de simyacıların mutsuzluğu değil, varlık nedeniydi çünkü. Modern illüzyonist, onu heyecanla izleyen seyirci, bir an olsun bir hileyle değil, bir büyüyle karşılaştığını sanabildiği için mutlu oluyordu. Birçok genç, hayatlarının bir döneminde işittikleri bir sözün, bir hikâyenin, birlikte okudukları bir kitabın etkisiyle aşık oluyorlar, aynı heyecanla sevgilileriyle evleniyorlar ve hayatlarının geri kalanını da aşklarının arkasında yatan bu yanılsamayı hiçbir zaman anlamadan, mutlulukla yaşıyorlardı. Karısı sabah kahvaltısı için masanın üzerindeki dergileri toplar, sofrayı kurarken, bütün yazıların hayattan değil, sırf yazı oldukları için, en sonunda, birer düşten söz açtıklarını bilmenin de, hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini söyledi.”
(Orhan PAMUK, Kara Kitap, İstanbul, Can Yay. 1993, s. 78-79.)