Perşembe, Mayıs 31, 2012

illumination

Hannah Arendt, en sevdiğim ve birlikte düşünmekten en keyif aldığım düşünürlerden biri. Yaklaşık üç yıldır karşılaştığım olay ve olgulara verdiğim her türlü anlamda biraz da Arendtçi bir yan var. Dolayısıyla Arendt yalnızca politik meselelerde yanımda hissettiğim biri olmaktan ziyade, anlam dünyamı tekrar tekrar kuran ve zorlayan bir dost benim için.


Bu hafta için karaladığım satırları buraya yazmama kararı aldım. Bunun yerine sevgili Hannah Arendt'in bana ilham veren aşağıdaki satırlarını sizinle paylaşmak isterim. Umarım okuyacak ve durup üzerine birkaç dakika düşünecek kadar zamanınız vardır. (Metni Türkçe'ye aktarmıyorum; çünkü Arendt'in dikkatle kurduğu bu 'Alman İngilizcesi'ne sadık kalarak aktarmak son derece zor.)


"'Dark times', in the broader sense I propose here, are as such not identical with the monstrosities of this century which indeed are of a horrible novelty. Dark times, in contrast, are not only not new, they are no rarity in history, although they were perhaps unknown in American history, which otherwise has its fair share, past and present, of crime and disaster. That even in the darkest of times we have the right to expect some illumination, and that such illumination may well come less from theories and concepts than from the uncertain, flickering, and often weak light that some men and women, in their lives and their works, will kindle under almost all circumstances and shed over the time span that was given them on earth - this conviction is the inarticulate background against which these profiles were drawn. Eyes so used to darkness as ours will hardly be able to tell whether their light was the light of a candle or that of a blazing sun. But such objective evaluation seems to me a matter of secondary importance which can be safely left to posterity."


Hannah Arendt, Men in Dark Times, 1968.

Salı, Mayıs 22, 2012

oyuncu bir pazartesi sorusu

-    Güzel idare ettiniz doğrusu… dedi.
Birden tepem attı:
-    Neden haber vermediniz? dedim. Ben böyle hep emrivakiler karşısında mı kalacağım?
Gülerek bana baktı:
-    Aziz dostum, dedi, zavallı aziz dostum! (…) Size rol falan yaptıran yok. Emrivaki de yok. Sadece hürmet eden, inanan insanlar var. Tasavvurlarımı tabii hayatınız şeklinde yaşamanızı istiyorum. Evvelden haber versem hürriyetinizi ihlâl etmiş olurum. Asıl o zaman rol yapmış olurdunuz… Sokağa çıktığınız zaman kime tesadüf edeceğinizi bilmediğiniz gibi, bu gece de olacakları bilmiyordunuz. Geldiniz, gördünüz ve karşılaştığınız şeyleri hepimiz birlikte yaşadık. Burada emrivaki yok ki…
-    Amma bir yanlış yapabilirdim, her şey berbat olurdu.
Bir kahkaha savurdu.
-    Yapsanız ne çıkardı? Hata denen şey yoktur ki zaten… İyi anlayın. Farz edin ki hakikaten bir yanlış yaptınız. Oradan yürürüz ve doğruya çıkarız. Hata denen şey tashih etmek budalalığında bulunanlar için mevcuttur. Bizim için değil… Biz onun varlığını kabul ettiğimiz andan itibaren her türlü hatanın üstündeyiz. Hayır, Hayri Bey, hayır, yanlış yoktur ve olamaz da. Bütün mesele bir vaziyeti hazırlamaktır. Ve insana itimattır.
(…)
-    İnsanla uğraşmak güçtür ve zaman ister. Mesele vaziyeti iyi hazırlamaktır. İnsanlar onu kendiliklerinden yaşarlar. Bütün mesele insan oğluna yaratıcılığını vermektedir. Ben tiyatroyu sevmem. Ben kendiliğinden olan şeylerin adamıyım.
(…)
Bu esnada Pakize yalnız olarak geldi.
-    Hani misafir? dedim.
-    Zehra’da, Zehra’ya verdim. Zeybek öğretiyor. Bir şey içeyim de gidelim hep beraber seyredelim.
Kadehlerimiz elimizde gittik. Bu artık filanın veya falanın tasavvuru değildi. Tabiatı eşyanın ta kendisiydi. Caz alabildiğine bir zeybek tutturmuştu. Ve kızım biraz evvel baldızımın marifet gösterdiği yerde, yani salonun ortasında, karşısında Van Humbert, dünyanın en garip, en akıl almaz zeybeğini oynuyorlardı. Etraf sadece göz olmuş onlara bakıyordu. Biz de bir müdde Vn Humbert’in havada acemi acemi sarkan kollarınai yere indikten sonra güçlükle kalkan dizlerine baktık.
(…)
Ben, bir gözüm kızımın Van Humbert’in hantal ve alabildiğine geniş vücuduna yaptırdığı acayip ve tehlikeli cambazlıklarda:
-    İmkân mı var? dedim. Hayalime bile gelmezdi. Hele kızım Zehra’nın…
-    Hakkınız var… Bu kadar süratli terakki, görülmemiş şey…
-    Yalnız biraz da bilselerdi. Mesela kızım hakikaten zeybek oyununu bilseydi, baldızım demin tepindiği zıkkımdan biraz anlasaydı. Büyüğü sandalye ile avize kırar gibi besteleri harab etmeseydi…
Halit Ayarcı yine çok terbiyeli bir şekilde esnedi:
-    Yine aynı mesele… dedi. Daha dorusu hep aynı mesele! Aziz dostum, siz şifa kabul etmez bir gayri memnunsunuz… Bu işlerde bilmek ikinci derecede kalır. Yapmak vardır, sadece yapmak!..
Sonra kendi kendine konuşur gibi ilave etti:
-    Bilgi bizi geciktirir. Zaten ne sonu, ne de gayesi vardır. Mesele yapmak ve yaratmaktır. Bilselerdi, bilselerdi… Fakat bilselerdi bunu yapamazlardı. Bu heyecana, bu icada, bu kendiliğinden bulmaya erişemezlerdi. Bilgileri buna mâni olurdu. Kızınız bu geceyi yarattı. Ne ile?.. Yaratma kabiliyetiyle… Çünkü yaratmak, yaşamanın ta kendisidir. Biz yaşayan, yaşamayı tercih eden insanlarız siz istediğiniz kadar somurtun.
(…)
-    Bakın, aziz dostum, bakın şu adamın iradesine! Bu ne gayrettir, ne yaşamak kudreti, yaşamak neşesidir! Bu kudretin yanında bilgi dediğiniz şeyin lâfı olur mu?

                                                                       Ahmet Hamdi TANPINAR, Saatleri Ayarlama Enstitüsü
 

Bu satırları birkaç ay önce okuduğumda aklımda beliren ilk şey Sunny Day Workshop ekibi oldu. Şimdilerde burada yazmayı sürdüren yalnızca ben olsam da, o zamanlar bir masanın etrafında oturup böyle bir ortak alanda buluşmanın ne kadar keyifli olacağını konuşmuştuk. Masanın en hararetle tartışılan konusu, bu ortak alana hangi ismi vereceğimizdi. Bir diğer mesele ise herkesin farklı uzmanlık ve ilgi alanlarına sahip olmasıydı. Böyle bir farklılaşmanın iyi mi, yoksa kötü mü olacağı konusunda bir süre tereddüt etmiş ve sonra farklı renklerin bir arada olmasının sıklıkla güzel sonuçlar verdiği konusunda anlaşmıştık. Zaten isim konusu dışında konuşacak çok fazla şey yoktu; kervan yolda düzülecek, her şey başladıktan sonra biçimlenecekti.

Saatleri Ayarlama Enstitüsü de benzer bir bakış açısıyla tesis edilen bir kurum Tanpınar’ın romanında. Fakat sonuç olarak bir kurum ve bir işlece sahip olması gerekiyor. Oysa başlangıçta Halit Ayarcı tarafından bulunan bir addan başka hiçbir şeye sahip değil. Buna karşılık Halit Ayarcı’nın söz konusu duruma ilişkin ilginç bir bakış açısı var: Günümüzde gereksinimler kurumları yaratmazlar; kurumlar kendilerine işlevler yaratırlar. Dolayısıyla bu enstitü en önemli şeye sahip: bir ada. Tabii ki bir kurucu ve kurma iradesi de bu adın arkasında durmakta. Yaşamın beklenmedik karşılaşmaları ve bir tür modernleşme sürecindeki insanların yapma iradeleri ile bilme istençleri arasındaki gerilime ilişkin bir roman bu.
 

(Bir anda aklıma geldi; acaba Orhan Veli’nin şu dizeleri de aynı kapsamda ele alınabilir mi diye: “Düşünme, / Arzu et sade! / Bak. Böcekler de öyle yapıyor. / Bekliyorum. / Öyle bir havada gel ki / Vazgeçmek mümkün olmasın.” Bilmekten ziyade düşünmeye, eylemleri önceden tartmaya ilişkin bir vurgu var; ama bu da bizlere pek yabancı olmasa gerek dostlar.)
 

Bu satırları okurken, “Bizim çocuklara bunu kesinlikle yazmalıyım” diye içimden geçirmemin nedeni de burada aranabilir. Bizler, genel olarak, bilmeyi seçen ve bir şeyi bilmeden yapmaktansa hiç denememeyi tercih eden insanlar olduk genelde. Dans ederken veya bir spor salonunda hiçbir yere gitmeksizin koşarken içimizden “Ben şu anda ne yapıyorum?” diye geçirmemizin nedeni de tam olarak bu bilme tutkusu bana göre. Yaptığımız şeye bir anlam yüklemek istiyor, bu anlamı bilmeyi ve kendimiz inşa etmeyi tercih ediyor ve yalnızca bir şeyi yapmayı beceremiyoruz bir türlü. Sanırım bu nedenle de “iflah olmaz gayri memnunlarız.” Fakat “Acaba bir şeyler kaçırıyor muyuz?” diye sormadan da edemiyorum bazen. Örneğin bir barda çılgınca dans eden adamın veya kadının deneyimlediği o rahatlık hissini hiç bilmiyoruz. (Edith, başka bir şansın olsa yine böyle olmayı seçeceğini söylediğini duyar gibiyim; ama bir şans ver bana.) Şüphesiz bu da bilinebilecek bir şey. Fakat pek gönül indirmiyoruz sanki; biraz aşağı görüyoruz. Pekiyi, neye göre? Bilmediğimiz bir şeyi nasıl aşağıda konumluyoruz? Bilmiyoruz; ama yapıyoruz bunu.
 

Ayarcı’nın “Bilgi bizi geciktirir. Zaten ne sonu, ne de gayesi vardır. Mesele yapmak ve yaratmaktır.” sözü ne ifade ediyor tam olarak? Bilmeden yaratmak mümkün olabilir mi gerçekten? Böyle bir olasılığı sanırım hiçbirimiz reddedemeyiz. İnsan bazen ne yaptığını bilmese de yaratabilir; rotasını tam olarak kestiremese de güzel bir manzaraya çıkabilir. Kendimi sahnenin ortasında anlamsızca dans ederken, çırpınırken hayal edemiyorum bir türlü. Bu nedenle aklıma gelen ilk şey, ilk kez gittiğim bazı kentlerde haritasız ve hiçbir iz bilmeksizin yaptığım geziler/yürüyüşler. Amaç, kaybolmak ve böylece kentin çeşitli yerlerini hesapsızca keşfetmek. Tüm iktidar kentin sokaklarına ve yaşamın rastlantılarına bırakılmış durumda. Bazen ürkütücü, sıklıkla da ferahlatıcı bir deneyim… Ürkütücülüğü anlaşılabilir; çünkü bilmeyi dert edinmiş biri için bilmeksizin oradan oraya savruluyor olmak garip bir deneyim hiç şüphesiz. Fakat asıl ilgilendiğim kısım, bunu neden “ferahlatıcı” bulduğum. Zira böyle kaybolarak gezdiğim birçok sokakta, hele de ılık ve hafifçe esen bir rüzgâr varsa, kollarımı açıp içime derin bir nefes çekme arzusuyla pek çok kez karşılaştım; sıklıkla da yaptım bunu. İki olasılık üzerinde duruyorum. Birincisi, hiç bilmediğim bir kenti adım adım ve yalnızca deneyim alanında öğrenmek bana keyif veriyor olabilir. Fakat bu yanıt böyle bir deneyimi anlatmak için son derece kuru ve tatsız. İkinci olasılık ise son derece cezbedici: ilk kez gittiğim bir sokağı ilemeyeceğim ve aslında buradan bir yere gitmek için (bir amaca yönelik olarak) geçmediğim, yalnızca şimdi ve burada yürüdüğüm için kendimi alabildiğine özgür ve rahat hissediyorum.
 

İşte ipler burada kopuyor. Yani sanırım, Halit Ayarcı’nın söylediği gibi, spontane bir yaratma deneyimi yerine şimdi ve burada olmayı bu kadar yalın biçimde deneyimlemekte açığa çıkıyor özgürlüğün asıl anlamı. Dolayısıyla özgürlükle yaratmanın ilişkisi kurulacaksa, zorunlu olarak bilgiye gereksinim duyacak ve ne kadar “kendiliğinden” olursa olsun Sunny Day Workshop’un masasına geri dönmek zorunda kalacağız. Fakat özgür olmayı şimdi ve burada, hiçbir amaca yönelmeksizin sadece kendi varoluşumuzu deneyimlediğimiz bir an/moment olarak anlayacaksak işte bu bilgiden arınmışlık işimize yarayacak gibi görünüyor.
 

Özgürlüğü böyle tartışmak politik felsefeciler için kabul edilebilir olmayabilir; ama neden bu deneyim de özgürlüğün bir boyutu olmasın?.. Heidegger zamanında modern bilimlerin inşa ettiği engin bilgi birikimi ve amaç-araç ilişkisinin “varlığın unutulmasına” yol açtığını söylemişti. Belki de kendisini bilme eyleminden biraz olsun ayırabilmiş böyle bir kendiliğindenlik içinde yalın varlığımızı deneyimliyor, ona tanıklık ediyoruzdur. Bu “varolma deneyimine” neden özgürlük demeyelim sevgili okur? Haydi kendimize bir güzellik yapalım; diyelim gitsin. Sonra da bulabildiğimiz bir ormanda, bilmediğimiz bir kentte uzunca bir yürüyüşe çıkalım. Belki birkaç sahafın olduğu yeşil bir sokağa veya incecik, gölge bir patikaya denk geliriz. İyi gelir.

Salı, Mayıs 08, 2012

“Her Şey Yolunda!”: Ahmaklığa Övgü


Günler öncesinden, bu hafta size bir filmden söz etmeye karar vermiştim. Perşembe günü izlediğim bu filmi kafamda döndürüp duruyor; üzerine neler söylenebileceğini araştırıyordum keyifle. Derken günlerden cumartesi oldu ve biraz eğlenmek amacıyla bir film izlemeye başladım. İşte o film bugünün konusu oluverdi. Size “3 Idiots / Üç Ahmak”tan söz etmek istiyorum bugün. Şöyle kolay izlenebilir ve komik bir film izlemek için koltuğa oturunca, seçiminizi pantolonları dizlerine kadar inmiş üç kafadarın afişte göründüğü filmden yana kullanıyorsunuz hemen. Ardından da karşınıza basit, ama sapasağlam sorular soran bir komedi çıkıyor. 

(Film, bu “sıkı komedi” niteliğinin karşılığını Hindistan dışında en çok izlenen Bollywood filmi olarak almış. Buralarda vizyona girip girmediğinden hiç haberim olmadı; ama NY Times ve benzeri birçok yerde hakkında çok iyi değerlendirmeler yazılmış.)

Konu şu kısaca: Hindistan’daki bir numaralı mühendislik okulunda (veya teknoloji enstitüsünde) okuyan üç kafadar (Ranço, Farhan ve Raju), tüm güçleri ve sorularıyla gerçek biri olabilmek için çırpınıyorlar. En büyük sorunları ise aslında mühendis olmayı isteyip istemedikleri. Dahası okulun (ve dekanının) onların sürekli rekabet ederek birbirinin üstüne basan itaatkâr insanlardan biri olması gerektiği konusundaki baskılarıyla da mücadele etmeleri gerekiyor. Kafadarların öyküsünü hem geçmişte, üniversite yıllarında hem de şimdiki zamanda geçen bir yolculukta izliyoruz. Dolayısıyla pantolonu düşen üç salaktan ziyade, kişiliğini arayan genç adamlarla karşı karşıya kalıyoruz.

İyi de, afişte pantolonlar neden aşağıda? Sorunun yanıtı, “gelenek yüzünden”. Üçlünün gittikleri mühendislik okulunun geleneği gereği, çömezler okulun ilk gününde son sınıflara kendilerini sunuyor ve kaba etlerine birer damga yiyorlar. Geleneği olan iki ayrı okulda uzun yılla geçiren biri olarak hiç de şaşırmadım bu sahneyi gördüğümde. Zira ortaokulun ilk günlerinde öğlen yemek sırasının nasıl dışında kaldığımı ve spor sahalarından nasıl hiçbir şey söylemeden çıkmak zorunda olduğumu iyi hatırlıyorum. Üniversitenin ilk yılında da birbiriyle okulun ortasında yastık savaşı yapan altmış-yetmiş yaş grubu insanlarla karşılaşmış, gülerek izlemiştim. Malumunuz, tüm bunlar gelenek adına yapılıyor veya kabulleniliyordu. Filme ilişkin bir ayrıntıyı da atlamayayım: Ranço bu aşağılayıcı geleneğin gereğini yerine getirmeyip yaratıcı ve mühendis işi bir çözüm buluyor. (Mühendisliğin hakkını veren Ranço kardeşimizin, derslerde de birbirinden güzel incileri var. Özellikle mühendislere tavsiye ederim.)

Sözü fazla uzattım aslında. Film üzerinden söylenebilecek, konuşulabilecek pek çok tema var. Fakat ben bir noktayı fazlasıyla önemli buluyorum. Bu arkadaşlar neden “ahmak” olarak anılıyorlar? Çünkü özgürlüklerine düşkünler ve kendi tercihlerini yapmaya çalışmak gibi bir kaygıları var. Bu hiç kolay bir duruş olmadığı gibi, Hindistan gibi sınıfsal ayrımların son derece keskin ve yakıcı olduğu bir yerde tam anlamıyla bir cesaret işi. İşte bu cesaretleri (veya cesur olma gayretleri) bizim kafadarlara “ahmak” denmesine neden oluyor; çünkü bunu söyleyenler itaatkârlıkları ve ezberledikleri kitap cümleleri sayesinde çok para kazanarak “adam” olacaklarını düşünüyorlar. Böyle bir normalliğin dışı ise olsa olsa ahmaklara ait sayılır zaten.

Politika üzerine düşünen, ama eğitim alanında çalışan biri olarak fazlasıyla etkilendiğimi ifade etmem gerek. Zira her gün karşılaştığım öğrencilerdeki kariyer hırsı ve her şeyi not ve dolayısıyla belgelenebilecek bir başarı için araçsallaştırabilme cüreti ve kapasitesi öyle çarpıcı ki… Ayrıca son üç yılda ara sıra (kendi mezun olduğum okul BAL da dâhil) çeşitli liselere gidip öğrencilerle uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimine ilişkin konuşmalar yapıyorum. Sorular öncelikli soru ne kadar maaş aldığım ve hangi sıklıkla yurtdışına seyahat ettiğimle ilgili oluyor. Öğrenciler üniversitedeki hocalardan diploma talep ediyorlar. Kısacası, bizler onların para ve statü kazanması için kapıları tutmuş gardiyanlarız; üniversiteler ise bu amaçlar için kurulmuş araçlar. Ne yürütülen tartışmaların, ne üretilen ve öğretilen bilginin bir anlamı var; önemli olan çıkışta sertifika/diploma verilip verilmediği. Bu durum birçok üniversite hocası tarafından da normal karşılanıyor. İnsanlar buna şaşırmayı bile bir kenara bırakmış; kanıksamışlar. Böyle bir durumda da, işleyişin sorunlarını gören ve onu sorgulayan ve değiştirmeye çalışanları tarif edebilecek tek bir sözcük kalıyor geriye: ahmaklık.

Bizim ahmaklar, diğer zeki arkadaşlarından farklı olarak, kitap cümlelerini ezberlemedikleri ve kendileriyle birlikte çevrelerini de değiştirmeye niyetli olduklarından birçok sorunla da karşı karşıya geliyorlar doğal olarak. İçinden çıkılamaz gibi görünen durumlarda ise Ranço’nun bir alışkanlığını birlikte tekrarlıyor, ellerini kalplerinin üzerine koyarak “Her şey yolunda” diyorlar. (Hint İngilizcesindeki biçimi de şöyle: “Aal Izz Well.”) Bir sorunla karşı karşıayken her şeyin yolunda olduğunu söylemek, tam da ahmaklara özgü bir davranış gibi görünebilir ilk bakışta. Fakat bu öyle önemli bir ritüel ki… Bir şeyler ters giderken her şeyin yolunda olduğunu söylemek, bu sorunu görmezden gelmeyi değil; daha ziyade o sorunun gündelik yaşamın bir parçası olduğunu kabullenmeyi sağlıyor sanki. Sorunların üstesinden gelmek, işte böyle bir bakış açısıyla daha da mümkün oluyor.

Başlangıçta okulların sahip oldukları gelenekten söz etmiştim. Filmdeki mühendislik okulunun hırslı dekanı, açılışta ahmaklıkla zekiliği tarif eden bir örnek veriyor ve güçlüler ile zayıfları birbirinden ayırıyordu. Söz konusu zihniyet, bu kurumun geleneği halini almıştı hâlihazırda. Ben bu örneği anlatmak yerine, kendi öykümü anlatacağım. Siyasal’da girdiğim ilk derslerden biri Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi’ydi ve o zamanlar Faruk Alpkaya tarafından veriliyordu. Birçok okulda korkunç bir müfredat zihniyetiyle yürütülen ve Ermeni soykırımının inkârına odaklanan bu “YÖK dersi”, SBF’de ortaöğretimin kötü izlerini silmenin bir aracına dönüşmüştü. Faruk Hoca derse şöyle bir anlatı ile başlamıştı: “Arkadaşlar, sizler birer inek olarak dünyaya geldiniz. (SBF mezunları “inek” olarak anılırlar.) Sonra okula başladınız ve sizi yavaş yavaş birbiriyle aynı boyda sosisler haline getirdiler. Şimdi bizim işimiz, sizleri yeniden birer inek yapmak için uğraşmak.” Yeni bir yaşamın mümkün olduğunu düşünmeye başlamak için çok iyi bir çıkış noktası olmuştu Faruk Hoca’nın bu konuşması. Ne kadar önemli bir iş yapmış olduğunu şimdilerde çok daha iyi anlıyorum.

İster “ahmaklık”, isterse de “ineklik” olarak adlandırılsın; insanın kendi yaşamına bir anlam vermesi o yaşamın hakkını vermesi anlamına geliyor işte. Herkesin gözünü paranın ve statünün bürüdüğü bugünlerde (Arendt böyle dönemlere “Karanlık Zamanlar’ diyor mesela; ne de güzel söylüyor.), ahmak olmak ve kendine “her şey yolunda” diyebilmek büyük bir ayrıcalık gibi görünüyor benim gözüme. Ne mutlu ahmak olana öyleyse; ne mutlu ahmaklığı kendine şiar edinebilene…

Pazartesi, Nisan 30, 2012

Keşke Burada Olsaydın..

On gün önce bir akşam yola çıktım. Biraz eski günlerdeki gibiydi aslında: otobüsle en arka koltukta yapılan gece yolculukları. İlk iş kulaklığımı takıp kendimi etrafta olan bitenden soyutlamak istiyordum. Kulaklıklar yerindeydi, ama ne dinleyecektim? Eski günlerdeki gibi bir yolculuğa çıkıyorsam, eski günlerden birkaç şarkı da çağırabilirim, diye düşündüm ve biraz ekrana baktıktan sonra beni çarpan o albüm kapağını gördüm: Takım elbiseli bir adam, takım elbise giydirilmiş ve yanmakta olan bir cansız mankenle el sıkışıyor. Pink Floyd’dan söz ediyorum ve ‘Wish You Were Here’dan.

Albümü elime aldığım ilk günü hatırlıyorum da… Ortaokulun son yılıydı ve arkadaşım Yaman getirmişti dinlemem için. (Sonradan da bana hediye etti zaten albümü veya ben üzerine oturduğum için böyle yapmak zorunda kaldı. Hâlâ da sakladığım birkaç kaset arasında durur. Yaman’dan ve o günlerden harika bir hatıra…) İlk dinlediğimde neye uğradığımı şaşırmış ve hiçbir şeye benzetememiştim albümdeki şarkıları. Sözlerini okuyup anlamaya çalışmak da bir hayli zamanımı almıştı. O kadar çok ve üst üste dinleyince de sevmeye başladım. Özellikle son şarkı ‘Wish You Were Here’ı başa alıp alıp dinliyordum. Uzaktaki bir sevgiliye söyleniyor gibi bir his vardı içimde. O zamanlar dostluk üzerine bu kadar fazla düşüncem yokmuş meğer. İlerleyen zamanlarda, dostluğun ne çok anlama geldiğini anlamaya, düşünmeye ve araştırmaya başladıktan sonra başka kapıları araladı bu şarkı. Başlamışken, sözlerini de aktarayım:
“So, so you think you can tell / Heaven from Hell, / blue skies from pain. / Can you tell a green field from a cold steel rail? / A smile from a veil? / Do you think you can tell? / And did they get you to trade your heroes for ghosts? / Hot ashes for trees? / Hot air for a cool breeze? / Cold comfort for change? / And did you exchange / a walk on part in the war for a lead role in a cage? / How I wish, how I wish you were here. / We're just two lost souls swimming in a fish bowl, year after year, / Running over the same old ground. / What have you found? The same old fears. / Wish you were here.”

Yolculuk boyunca kaç kez dinlediğimi tam olarak bilmiyorum; ama hayli fazla olduğundan eminim. Aslında bu şarkının şu sıralar beni yeniden yakalamasına da şaşmamak gerek. Bu hafta ile birlikte son üç ayda iki dostu uzaklara göndermiş olduk ve onların daha yakında olmasını istediğimiz/isteyeceğimiz zamanlarda önemli bir artış oldu/olacak; buna hiç şüphe yok. Fakat mekânsal uzaklıkların bizimkiler gibi dostlukları sarsamayacağını düşünüyor ve başka bir konuyu düşünmeye çalışıyorum aslında. Tam da şarkının ortasındaki konuyu: “And did they get you to trade your heroes for ghosts? / Hot ashes for trees? / Hot air for a cool breeze? / Cold comfort for change? / And did you exchange / a walk on part in the war for a lead role in a cage? / How I wish, how I wish you were here.” sözleriyle karşımıza çıkan karşılaştırma benim ilgimi daha çok çekiyor. Pink Floyd’un “ruhu” olduğu söylenen ve bağımlılığı nedeniyle grubun dışında kalan Syd Barrett’a adandığı söylenen bu parçada, Syd’e duyulan özlemin ötesine geçen başka bir şey var: aynı saflarda yer aldığına emin olunan ve ayrı düşülen bir dosttan talep edilen, belki de çaresiz bir anda gereksinim duyulan bir yanıt. Bu yanıtın bir içeriğinin olması bile gerekmiyor aslında; bir yanıt olsun ve biz “savaşın kıyısında yürümeyi demir kafesteki bir başrole tercih ederken” yalnız olmadığımızı bilelim ve dizlerimizdeki dermansızlığı unutalım diye aranan dostça bir söz, bir ses. İnsanı yanlış tercihler yapmaktan koruyacak şeyin dostlar olduğunu bilen birinin içten fısıltısı: “Keşke burada olsaydın.”

Pink Floyd’un 1975’te çıkardığı bu albümden iki yıl önce ‘Dark Side of the Moon’ ile büyük bir üne kavuştuğunu ve ‘Wish You Were Here’da bu şöhretin getirdiği endüstri baskısı ve zorlu seçimleri eleştirdiğini biliyoruz. Albümün son şarkısı ise Syd Barrett’a olduğu kadar, gerçek dinleyicilerine de bir çağrı yapıyor: Dostlar, yanımızda olun/kalın! Zira gerek sistemin baskısından gerekse ışıltılı seçeneklerden kurtulmak; bunlar karşısında temiz kalmak yalnız kalmamak ile mümkün. Dostların vicdanı olmaksızın “doğru” bir varoluşun olanağının kalmadığına işaret ediyor sanki Pink Floyd. (Roger Waters, albüm sonrası bir konuşmasında, konserlere gelen bazı dinleyicilerin “Hangisi Pink?” diye sorduğundan şikâyet ediyor ve bu insanlara müzik yapmanın anlamını sorguluyor mesela.)

Pink Floyd’un ‘Wish You Were Here’ı yapmasından 167 yıl önce, 1808’de, Göthe de Faust’ta temiz kalmanın nasıl da olanaksız hale geldiğini anlatmıştı biraz; insanın ruhunu şeytanın harika tekliflerinden biri karşılığında satması durumunda ne hallere düşeceğini tasarlamıştı. Arzuladığı sınırsız mutluluğu vermesi karşılığında şeytana ruhunu veren Dr. Faust şöyle diyordu şarkısında: 

(Kendi acemi çevirimle aktarıyorum.)
“Özgürlüğüme giden yolda henüz savaşmadım. / Fakat sihri bu yoldan nasıl uzaklaştırabilir, / Öğrendiğim sihirli sözleri tam olarak nasıl unutabilirim ki… / Doğanın karşısında duruyorum, yalnız bir insan / İnsan olmanın bir değeri ve anlamı kalmışsa tabii / Bir insandım ben bir zamanlar; benliğim aramadan önce lanetini / sözlerimle kendime ve dünyaya musallat ettiğim bu laneti. / şimdi hayaletler kapladı her yeri / kimsenin nasıl kaçacağını bilmediği.”

Benliğin sınırsız mutluluk arzusunun bir lanete dönüşmüş olduğunu görmüştü Faust ve artık çok geçti; bir kez ruhunu şeytanın geri çevrilemez teklifi karşılığında satmıştı. Geriye kalan ise (Pink Floyd’un şarkısıyla da ortak bir tema olan) hayaletlerdi. ‘Wish You Were Here’ da benzer bir soruyu dile getiriyordu bu konuda: “kahramanlarını hayaletlerle takas eder misin?” Sanırım yüzyıllardır benzer kapılardan geçip benzer mecralara çıktığımızı itiraf etmemiz gerek.

Benliğin sınırsız mutluluk ve sınırsız seçim özgürlüğü isteği, bizi sadece yalnızlığa sürüklemekle kalmıyor; hayaletlerle de baş başa bırakıyor. Bundan kaçmak için ne yapabileceğimiz ise asıl soru. Sanırım tam da bunun için çağırıyoruz dostları zaman ve mekân tanımaksızın. Eğer böyle dostlara sahipsek ve onlar da varlıklarını bize hissettiriyorlarsa, hâlâ “iyi bir hayat yaşadım” deme şansımız olacak. Hayaletlerle baş başa kaldığımızda ise Göthe’nin Dr. Faust’a hazırladığı son gibi tanrıdan medet umacağız. Oysa bugünlerde tanrının da pek yardımı olmayacak bize. Tanrının ölümünün konuşulduğu bir çağın çocukları olarak, belki de şunu söyleyip duracağız şarkımızın sonunda: Bir dost insanın tanrısıdır artık; keşke burada olsaydın.

---

Not: Blogspot ne yazık ki kullanıcı arayüzünü değiştirmiş. Yazdıklarımı doğru biçimde görüntüleyebilmeniz için elimden gelen çabayı harcadım; ama gözümden kaçan bazı aksaklıklar da olabilir. Suçu yeni arayüze atar, sevgiler sunarım.

Pazartesi, Nisan 16, 2012

Midterm Mix


Bugün Edith’in doğum günü.. Akademisyenlerin doğum günü kutlamak konusundaki anlayışlarının garipliği ilk kez on yıl kadar önce okuduğum bir makalede dikkatimi çekmişti. Makalenin yazarı, önemsediği birinin ellinci yaşı onuruna bir yazı yayımlamış; adını da “Inter Arma Silent Leges” [“Savaş Zamanı Hukuk Susar”] koymuştu. Yazının konusu da, tahmin edileceği üzere, ABD’nin Irak müdahalesi ve haklı savaş doktrininin çeşitli kullanımlarıydı. Makaleyi okumayı bitirdikten sonra, böyle bir doğum günü armağanı almanın nasıl bir his uyandıracağını merak etmiştim. Pekâlâ, harika bir akademik tartışma söz konusuydu; ama bir doğum günü hediyesi olarak nasıl göründüğü başka bir konu.

Yine akademik çevreden bir arkadaşım, doğum günümde harika bir kitap hediye etmişti: II. Dünya Savaşı Tarihi (2 cilt). Kitabın ilk sayfasındaki notu şöyle başlıyordu: “Birine doğum gününde II. Dünya Savaşı’nı armağan etmek… Garip, ama kuzeyli gezginlerin perçemlerine yaraşır…” Doğum günü kutlamalarındaki akademik yetersizliği anlatmam bile satırlar aldı..

Bu acayip akademik bakış açısını daha baştan kabul etmekle birlikte, mütevazı bir kutlama yapmak isterim: Yaşamımıza kattığın her şey için teşekkürler Edith; iyi ki doğdun!.. Aslında tam olarak bu “için”leri öne sürerek de değil; “öyle” olduğu için ve saf haliyle iyi ki doğdun ve iyi ki bizimlesin..

---

Son iki haftada yazdığım, insanın üzerine biraz ağırlık çöktüren yazılara bir ara vermek ve ağlanacak halimize biraz gülebilmek istedim. Aslında bir haftaya yakın bir süredir, yazacaklarım aklıma geldikçe kendi kendime gülüyorum ara sıra. Sizinle geçen hafta sonu gözetmenlik yaparken karşılaştığım bazı yanıtları paylaşmak istiyorum. Aslında bu işin komiğini yapan birkaç güzel blog var ve öğrenci yaratıcılığının biraz da saçmalıkla karıştığı çeşitli yanıtları buralarda bulmak mümkün. Merak edenler aşağıdaki linke tıklayabilirler.
http://pedagojiksiddet.tumblr.com/
İşte not ettiğim çeşitli sınav incileri:
(Türkçeye çevirmedim; çünkü soruları çevirmem mümkün olsa da, yanıtların asıl yaratıcılığının ancak verildikleri dille anlaşılacağını düşündüm; hakkını verememekten ya da tersine, bartmaktan korktum.)

Soru: In what ways Renaissance, Reformation and Scientific Revolution can be considered as inteconnected phenomena?
Yanıt 1: God has given capacity to humans, thus humans can use brain as well as capacity.
Yanıt 2: When Renaissance started in 15. Decade, people who lives in a society wanted to know what happened in the past, why they are here? In that days important boks were hidden who doesn’t want to know people what is going on. In Renaissance there were Reformation as well. Then the people start to thinking and scientific revolution.

Soru: What are the characteristics of feudalism as a military and economic system?
Yanıt: Feudalism was started by Napolion. Government including economy and military system was used badly by Napolion.

Soru: Explain the characteristics of constitutionalism.
Yanıt: There are three parts of constitutionalismsuch as yasama, yürütme ve yargı.

Soru: Discuss the characteristics of Renaissance humanism.
Yanıt: Humanism is a study of human being. It studies how human live and nutrition. What they do for live. Renaissance humanism is study in that ages public situations.

Soru: Define or briefly explain the historical importance of Encyclopedia.
Yanıt: It is a written sorce as a book or as a online sorce which can make a search about any word or for any explanation. They are reliable sources. They have the historical importance because they cannot be changed easily in history. There were many wars in history but stil we have old source from that times.

Aslında oturup ağlanacak çok şey var bu yanıtlarda: Bunları yazanların sekiz haftadan uzun zamandır konuya ilişkin ders almaları; daha fenası, sorulanların hepimize ortaokuldan bu yana anlatıyor olması; sınavda istedikleri zaman İngilizce sözcük sorabilmeleri; benim gözetmen olarak bunları not alabiliyor olmam. Tamamına dair bir sürü acıklı şey söyleyebiliriz. Fakat bu kez “boş verin” diyorum. Boş verin ve gülümseyin. Biri bir şey sorarsa da “Eğitim şart!” dersiniz.

Pazartesi, Nisan 09, 2012

şiddet-im-iz


Geçen hafta umudu omzunda bir yük gibi taşıyan Brecht’ten söz etmiştim. Brecht ve onunla aynı safları, kaygıları paylaşanlar umudu taşırken hepimize çeşitli insanlık durumlarını da işaret ediyorlar. Bu insanlık durumları rahatsız edici ve huzur kaçırıcı olabilir; ama bu nitelikleri o durumların “sorunu” değildir elbette. Biz diğer insanlar (seyirciler, izleyiciler, dinleyiciler, okuyucular), bu tanıklık etmenin imkânsız olduğu insanlık durumlarına ortak olmaya, onlara bir anlam vermeye çalışırız. Onları göstermekteki amaç da bu olsa gerek: ortak bir anlam bulma çabası. Yoksa koltuğuna kurulup okuyan veya izleyen insanlar olarak bizler, önümüze koyulan bu insanlık durumuna ne tam anlamıyla tanıklık edebiliriz (çünkü durumun aynısının deneyimlenmesi olanaksızlaşmıştır artık), ne de onun bir “yorumunu” yapabiliriz (çünkü insanlık durumları yorumlanacak nesneler/konular [subject] değildir). Öyleyse, önümüzde duran bir insanlık durumuyla ne yapabiliriz? Örnekse, Brecht’in lastik değişimini sabırsızlıkla beklerken ne durumda olduğunun bizimle ilişkisini nasıl kuracağız?

Jacques Derrida Marx’ın Hayaletleri’nin hemen başında, yazdığı ithaf yazısında bize bir şey hatırlatır: Bir insanın hayatı, her şeyden önce(likli olarak), o insanın hayatıdır; o hayatla bir şey yapmadan önce (yani ona “şehit”, “kahraman” veya başkaca bir niteleyici söz atfetmeden önce) bu gerçeği kabullenmek gerekir. Dolayısıyla Brecht’in veya bir başkasının insanlık durumuyla anlamlı bir ilişki kurmak, öncelikle bu insanın yaşamının kendine özgü bir anlama sahip olduğunun kabullenilmesiyle mümkündür ancak. Bu kabulün ardında, önümüzdeki (bizimle paylaşılan) insanlık durumundan bir ortaklık ve bu ortaklığa dayalı bir anlam çıkarabilmek olanaklı hale gelecektir.

Bu teoriye göz kırpan, uzun ve biraz da sıkıcı girişi neden yaptım; sabrınızı daha fazla zorlamadan yanıt vereyim. Geçtiğimiz Çarşamba günü üniversitede düzenlenen Toplumsal Cinsiyet/Şiddet konferansına katıldım. Açılış konuşmasını yapacak olan kişi, Rutgers Üniversitesi’nden Prof. Evan Stark’tı. (Kendisi toplumsal cinsiyet-şiddet ilişkisini tanımlayacak bir kavram ortaya atmış ve böylece üne de kavuşmuş anladığım kadarıyla.) Stark’ı takdim edecek olan kişi, bir korsan sunuş yapacağını söyledi ve fotoğraflar eşliğinde birbiri ardına şiddet görmüş kadın/erkek öyküleri anlatmaya başladı. Bir dehşet verici öyküden diğerine geçerken ise şunu tekrarlayıp durdu: “my second/third/fourth case is …”. Önümüze koyulan şiddet öykülerinin arasında bir de bunların birer “vaka” [case] olduğunu öğrendik. Uzun süren bu korsan çilenin ardından kürsüye gelen Prof. Stark ise konuşmasına iki şiddet öyküsüyle başladı. O zaman anladık ki, bu öyküleri vaka olarak adlandırmak çok masum bir hataymış. Stark evde sürekli yemek yapmak zorunda kalan bir kadının öyküsünü (kendisine göre “vakasını”) anlatırken geçen gece konferansın organizatörlerinin kendisini çok güzel bir restorana götürdüklerini ve çok memnun kaldığını ekledi. Ben de bu zalimliğe daha fazla dayanamayıp salonu terk ettim.

Karşılaştığımız tutum tam anlamıyla zalimlikti. Şiddet gören insanların yaşadıklarını kendilerine “konu” yapan, onları fiyakalı biçimde “yorumlayanlar” bunların çeşitli insanlık durumları olduklarından öyle habersizdi ki… Dolayısıyla bu insanlık durumların vaka olarak adlandırılmasında hiçbir sakınca yoktu; bir vakadan diğerine geçmek iki saniye sürebilirdi ve tabii ki geçişlerin şaka ve fiyakalı deyişlerle süslenmesi akademik adaba uygundu. Zaten akademisyenler olmasa, bu insanların yaşamlarının da bir anlamı olamayacaktı. Onlar bu akademik araştırmalara konu olmak için yaşamışlar, ölmüşler, öldürmüşlerdi. Akademisyenler de işlerini yapmışlar; onları konu almışlar ve gece güzel bir akşam yemeğini izleyen sıkı bir uyku çekmişlerdi. Zaten yaşam başka neden ibaretti ki?...

Bunları burada konu etmemin nedeni söz konusu akademik yoksulluğu sergilemek değil aslında. Akademisyenin her şeyi bir “konu”ya dönüştürmesinde gördüğümüz korkunç şiddet biçimi, hepimiz için (çalışırken veya konuşurken) geçerli aslında. Görmemiz gereken şey, karşılaştığımız öykülerin ve olayların aslında bir insanlık durumu olduğu ve her birinin kendine özgü bir yaşam içerisinde, bize gereksinim duymadan da bir anlam barındırdıkları. İnsanların acıları bir “konu” veya “vaka” olamayacağı gibi, onların emekleri de bir denklemdeki değişken değildir; olamaz.

Schindler’in Listesi’nde aklımdan çıkmayan bir sahne vardır: Rütbeli bir Alman askeri kamptaki barakanın üst katında bulunan odasında sevgilisiyle sevişmektedir. Bir an duraksar; yataktan çıkar; tüfeğini alır ve ortalıktaki birkaç tutsağı öldürür. Yatağa döner ve sevişmeye devam eder.

Bir insanın gündelik yaşamda başkalarına uygulayabileceği şiddetin en çarpıcı biçimde gösterildiği bu sahne çok şey anlatır. Askerin öldürdükleri insan değildir; onları öldürmek sadece “iş”tir. İşini yapan asker yatağa geri dönebilir; gündelik yaşama devam edebilir. Öyküyü konu eden, yorumlayan akademisyen işini yapmaktadır; başkalarının ölümü ve hayatı onun “vaka”sıdır; analiz nesnesidir. Şantiyedeki mühendis binanın yapılışını denetlemektedir; işçilere ne yapmaları gerektiğini söyler; onları yatırdığı çadırlarda gece yangın çıkma olasılığı onun “sorumluluğu” değildir, “iş tanımında” bulunmamaktadır.

Bir insanlık durumuyla karşı karşıya olduğumuzu yadsıdığımız, herkesin bir yaşamı ve o yaşamın da kendisine içkin bir anlamı olduğunu göz ardı ettiğimiz her durumda ya şiddet uyguluyoruz ya da şiddet uygulamak üzereyiz. Her neyle uğraşıyor olursak olalım, bunun böyle olduğunu düşünüyorum. Bu şiddetten tam anlamıyla kaçınmanınsa bir yolu yok sanki. Fakat şiddetin gündelik yaşamın (özellikle de “iş”in) önemli bir parçası olduğunun farkına varmak, bunu aklımızda tutmak bizi şiddet görmekten olmasa da uygulamaktan koruyabilir. Şiddetten kaçınmak, karşımızdakinin insanlık durumunu anlamaktan ve öykü anlatmaktan geçiyor. Öyküleri olduğu gibi, bir yoruma yer bırakmadan anlatmaktan, herkesin öyküsüne saygı duymaktan, o öykülerin bizimle ortaklıklarına bakmaktan ve onlarla ortak bir anlam dünyasında buluşmaktan, insanlık yitiminin bir parçası olmamakta inat ve gayret etmekten… Başka bir yaşam ancak böyle mümkün olacak.

Belki kendisi bu amaçla söylememiştir; ama gelin Morrissey’in sözlerini de böyle anlamlandıralım: “It's so easy to laugh / It's so easy to hate / It takes guts to be gentle and kind.”

Pazartesi, Nisan 02, 2012

Lastik Değişimi / Radwechsel


Lastik Değişimi

Yol kenarında oturuyorum.
Şoför lastiği değiştiriyor.
Geldiğim yerden hoşlanmıyorum.
Başım hoş değil gittiğim yerle de.
Öyleyse neden seyrediyorum lastiğin değişmesini
Tahammülsüzce?

Bertolt Brecht

Acemice çevirdiğim yukarıdaki şiirin ozanı Bertolt Brecht, 1933 yılının Şubat ayında Nasyonal Sosyalist Parti’nin yönetime gelişiyle birlikte Berlin’den ayılarak Danimarka’ya doğru yol çıktı. Savaşın patlak vermesinden hemen önce Nisan 1939’da ise İsveç’e gitti. Hitler’in Danimarka ve Norveç’i işgal etmesinin üzerine ise Helsinki’de ABD’ye gitmek için vize almayı bekledi. 1941’de gittiği ABD’den de komünist olduğu gerekçesiyle 1947’de hakkında açılan soruşturma için ifadesini vermesinin hemen ardından ayrılarak İsviçre’nin Chur kentine geldi. Brecht’in Berlin’e dönüşü ancak 1949’da gerçekleşti. Ülkesine ve doğduğu kent Berlin’e döndüğünde batıda ABD ve müttefikleri, doğuda ise Stalin’in Sovyetler Birliği hâkimdi. 1933’te başlayan baskı ve korku yönetimi Brecht’in yaşamının sonuna kadar sürdü. O, yaşamının büyük bir bölümünü sürgün olarak geçirdi. 1933’te Berlin’den yola çıktığında artık orada yaşayamayacağını biliyordu. 1955’te Berlin’de öldüğünde ne bulunduğu yerden hoşlanıyordu, ne de gidecek daha iyi bir yer biliyordu. Brecht, doğduğu kent Berlin’de bir sürgün olarak öldü; 1933’te terk ettiği evine hiçbir zaman dönemedi, çünkü ortada böyle bir ev kalmamıştı.

Burada anlatılan yaşam öyküsü, Brecht’e olduğu kadar dönemin birçok önemli düşünce insanına da ait: başka ülkelerde veya kendi ülkesinde sürgün hayatı yaşamak. Dolayısıyla Brecht’inki bir yaşam öyküsü olarak ne kadar çarpıcı olsa da, döneminin diğer düşünürlerinden pek de farklı değil. Öyleyse neden Brecht’e bakalım; onu dinleyelim? Bu sorunun Brecht’in düşünce ve eserleri üzerinden yanıtlanacak pek çok yanıtı var elbette. Fakat benim yanıtım ise bu şiirde saklı: “Öyleyse neden seyrediyorum lastiğin değişmesini/tahammülsüzce?” Bir yerden bir yere rüzgârda savrulan bir yaprak gibi sürüklenen insanlardan söz ediyorum. Bu insanlardan biri, savruluşu sırasında derin bir nefes alıp soruyor: İyi de, neden yaşamak konusunda bu kadar inat ediyorum? Bu soruyu Brecht’in yalnızca kendisine yönelttiğini hiç sanmıyorum. Öyle ki, savaştan kurtulanların tamamı ve “orada” neler olduğuna ilişkin bir şeyler bilen tüm insanlar için geçerli bir soru bu.

(Adorno’nun Auschwitz’den sonra ne şiir yazılabileceğini, ne de herhangi bir kültür veya uygarlık biçiminin anlamlı olabileceğini söylerken Brecht’i anması da boşuna değildi elbette. Fakat söylenen her şeye rağmen sorunun herkes için havada asılı olduğunu düşünüyorum: Bu kadar zalimliğe tanıklık ederken neden ve nasıl yaşayabiliyor, hayata bu kadar acele ediyoruz?)

Bu sorunun tek yanıtını Brecht’in verebileceği kanısında değilim açıkçası. Pekâlâ, herhangi birimiz “doğru” ve “genelgeçer” bir yanıt verebilir miyiz bu soruya? Hiç sanmıyorum. Fakat çoğumuzun da bir fikri vardır, diye düşünüyorum. Benim yanıtım “umut”ta saklı.

Umudun fakirin ekmeği olduğunu söylerler mesela veya “umudu yeşertmek” diye bir deyim vardır. Dolayısıyla umudu beslemek, büyütmek gerekir evvela. Tabii ki bir fakirlik anında yeriz, ona tutunuruz diye değil; daha ziyade bir tür var olma/kalma sorumluluğundan, onu taşımak insanlığımızın bir parçası olduğundan. Umut ekmeğimiz değil de, sorumluluğumuzdur, yükümüzdür aslında. Nazım’ın “Yaşamak şakaya gelmez/büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın” deyişinde ki gibi…

Brecht’in sabırsızlığı, durmaya tahammülsüzlüğü de bundandır belki. Sürgün olmak tamam; ama durmak, sıkışmak, çaresizce ve hiçbir şey yapamadan beklemek… İşte o biraz fazla gelir belki ozana. Nefes alabilmek anlamında yaşamak değildir kaygısı, biliriz. Asıl konu insanlığını yitirmeden var olabilmek/kalabilmektir. O yüzden sürgün olmak bir yaşama biçimine dönüşür Brecht için. Yükü ağırdır ne de olsa: umudu taşımakta, büyütmekte, anlatmaktadır.

Bugünü anlamaya çalışırken dünya savaşlarına ne çok gönderme yapıyoruz, hiç düşündünüz mü? Yakın tarih bu savaşlardan başlıyor sanki. Bu durum zihinsel bir dönüşüme de işaret ediyor. Brecht ve onun gibiler bu savaşlar sırasında katledildi ya da sürgün edildiler. Katledilenlerin deneyimine tanıklık edilemedi; sürgünler ise hiçbir zaman yuvaya dönemediler bir daha. O günden bu yana, umut sürgünde aslında; yakın tarihte umut etmek, her yerde sürgün hayatı yaşamak anlamına geliyor kanımca. Umut bir anlamda sürgün, bir anlamda da göçebe bir kavrayış artık. Göçebelik ise Deleuze’ün hatırlattığı gibi “sürekli yer değiştirmek değil, yok olmaya direnmek” demek.

Brecht gibi sürgünlerin, hakkıyla göçebelerin varlığında Cansever’in yerçekimli karanfili gibi umut: Brecht o karanfili bize veriyor, biz de “bir başkasına daha güzel.” “O başkası yok mu, bir yanındakine veriyor. Derken karanfil elden ele.”


Not: Bu pazartesi yazılarına (okuyanların ‘şıp’ diye anlayacağı üzere) Bülent Somay’ın denemeleri ilham verdi. Aslında halen onların etkisinde olduğumu söyleyebilirim. Somay’ın yaptığı hatırlatmayı benim de yapmam gerek mutlaka: Yazarlara veya onların sözlerine ilişkin “hakikâtli” bir yorumun peşinde değilim bu denemelerde. Bir büyük soruya yanıt da aramıyorum. Derdim, yazarların ve metinlerin beni sürüklediği mecraları dostlarla paylaşmak. Kendime ve okuyucuya hatırlatmak istedim.

Pazartesi, Mart 26, 2012

...

Uzunca bir zamandır buralarda sözümüz sesimiz olmamıştı. Ne yazık… Kendi adıma konuşmam gerekirse, Song for Today’de bir şeyler söylemek, paylaşmak daha cazip gelmeye başlamıştı. Derken on gün kadar önce, bir kitabın sonuna geldiğimde orada sizlerle paylaşmak istediğim, size söz etmek istediğim ne çok şey olduğunu fark ettim. Aklıma ilk gelen siz dostlara bir mail yazmak oldu. Fakat işin gücün arasında o mail de güme gitti.

Bu hafta ise Bülent Somay’ın “Şarkı Okuma Kitabı”nda topladığı bazı denemelerini okuyordum. Söylemeyi ve çalmayı sevdiği şarkılar üzerine yazdığı denemeler bunlar. Kitabın sonuna bir solukta gelmiş olsam da, denemeleri okumam uzun bir süre sonlanmayacak sanırım. Öyle etkileyici ve içe dokunan denemeler ki bunlar… İnsanın kendisine sorduğu soruları fazlalaştırırken, kendine ve yaşama bakışını da farklılaştırıyor.

Bana buraya dair de bir şeyler söyledi Somay’ın denemeleri: Hangi işlerle ne kadar yoğunlukla uğraşırsak uğraşalım, yaşama ilgimizi kaybetmememiz ve dostlarla paylaşılanlara sırtımızı dönmememiz gerek. Bu paylaşılanlar olmaksızın zaman değerini kaybediyor sanki.

İşte bu yüzden de bir karar verdim. Song for Today’den de ilham alarak okuduklarıma dair küçük denemeler veya okuduklarımdan alıntılar paylaşmak istiyorum burada. Bu işi haftada bir, eğer bir engel yoksa pazartesi günleri yapacağım. Umarım anlamlı şeylerden söz ederek devam edebilirim.

---

Bu gerçek bir başlangıç değil aslında. İşe Edith ve KızılSakal’ın fikirleriyle başlamıştık bundan aylar önce. Dolayısıyla “yepisyeni” bir başlangıç yazısı yazmak imkânsız; ben olsa olsa onların aklına geleni biraz daha genişletmeye çalışarak yapmaya çalışacağım. Fakat hazır bahar gelmekte, güneş ve papatyalar kendini göstermekteyken neden başlanmış bir şeye yeni bir solukla yeniden başlamayalım ki…
Başlarken, size Bülent Somay’ın “Şarkı Okuma Kitabı: Ses ve Sözle Denemeler” (Metis, 2009) kitabından söz edeyim. Bülent Somay Boğaziçi’nde İngiliz edebiyatı okuduktan sonra doktora için McGill’e gitmiş; ama doktorasını bitirmeden Türkiye’ye dönmüş bir yazar. 1980’lerin ortasından 1990’ların ortasına kadar Mozaik adlı bir müzik grubunda Ayşe Tütüncü ve Ümit Kıvanç gibi isimlerle birlikte müzik yapmış; hala da müziğe bağlılığını sürdürmekte.

Somay şarkıları iki anlamda “okuduğunu” söylüyor: hem Zeki Müren ve Müzeyyen Senar’ın okuduğu anlamda, hem de kitap veya masal okumak anlamında. Bu konuda bize söyledikleri çarpıcı:
“Eğer insanlara söyleyecek bir şeyiniz olduğuna inanıyorsanız, yazarsınız. Ancak beyaz üzerinde siyahın sınırlı bir ikna ediciliği, sınırlı bir gücü vardır. Bu güç de genellikle okumaya alışkın, söz’ün büyüsüne kapılmaya hazır insanlar üzerinde etkilidir. Oysa şarkı iki dillidir, sözüyle ve sesiyle kavrar, ikna etmeye çalışmaz ama ağza, zihne takılır. On dört yaşında dinlenen bir şarkı bazen otuzlarında yakalar insanı, esir alır, kendine bağlar, kendini yaşatır.”

“Bu kitapta yapmaya çalıştığım şey, bazı şarkıları çözümlemek veya açıklamak değil. Şarkı kendisi için vardır ve açıklaması da olmamalıdır. Sözü ve sesi kendini iletmeye yetmiyorsa, bir dış yardım onu yeterli kılmaz bu işte, belki daha da uzaklaştırır dinleyeninden.”

Şarkıları şarkı olarak bırakan, onları nesneleştirmeden yaşama ilişkin sorular soran denemeler Somay’ınkiler. Somay böylece hayatımıza hangi anlamları katarak ve nasıl yaşadığımıza bakıyor. Leonard Cohen’den ‘Suzanne’, ‘Famous Blue Raincoat’, ‘Chelsea Hotel #2’, ‘Democracy’, ‘It Was So Long Ago, Nancy’; Peter Gabriel’den ‘Here Comes the Flood’ ve ‘Wallflower’, Sting’den ‘Fragile’ ve ‘Moon over Bourbon Street’ okuduğu şarkılar arasında.