Çarşamba, Temmuz 27, 2011

A hand bangs into sand a name / And we all understand

6 Temmuz'da İzmir'den uçağa bindim. Sabah erken bir saatti; sanırım altı civarı. Sınır polisi karşısına beni aldı. Bir süre bekledi bir şey yapmadan. Sanki bir şeylerin gelmesini/olmasını bekliyor gibi bir hali vardı. Sonra yan kabindeki polise "İnterpol'ün internet adresi neydi?" diye sordu. Cevabı alınca bir-iki kez bana baktı; bir süre de pasaportuma. Sonra ekrana döndü. Bana pasaportumu uzatırken de "Temiz; iyi yolculuklar!" dedi. Ben de terden ıslanan tişörtümü değiştirmeye gittim.

O günden bu yana üç havaalanı, iki ülke, üç kent gördüm; iki farklı üniversitede 3-4 farklı hocanın dersine katıldım; bir kez hostelde, iki kez otelde kaldım; birkaç Alman'la tanıştım; Türkçe konuşan onlarca insanla karşılaştım. Bu envanter meselesi böyle uzar gider aslında. İşin içine okuduğum kitap, makale, sayfa, paragraf, satır, kelime sayısını falan eklesem; çevirdiğim metne şöyle bir değinsem falan... Tüm bu listeler, sayılar bir yana, harika birkaç şey geldi başıma: Çok güzel iki kentin sokaklarında yürüme fırsatı buldum; sevgilime doğru bir yolculuk yapmayı hatırladım ve bende şu ana kadar hiç deneyimlemediğim bir etki yaratan iki kişiyle karşılaştım. Biri filozoftu -ki hakkını vereceğime inandığımda bu karşılaşma için ayrı bir yazı yazacağım-, diğeri ise... Diğeri neydi hakikaten?...

Konser duyurusunda "Melankolinin Beylerbeyi / Grandseigneur der Melankolie" olarak nitelenmişti Morrissey. Berlin'in bazı sokakları konserin afişleriyle kaplıydı ve bileti aldığım internet sitesinden kontrol ettiğim kadarıyla konser biletleri tükenmişti. (Bu arada biletleri yalnızca internet üzerinden (www.eventim.de) satın alabiliyorsunuz. Fakat bizim biletixten farkı, sizden bir işlem ücreti aldıktan sonra sizi tanımazlık etmiyor. Konserden iki gün önce size etkinlik mekânına nasıl ulaşabileceğinizle ilgili bilgi ve haritaları da gönderiyor mesela.) Çok uzun zamandır bekliyordum Morrissey'i sahnede görebilmeyi. 10 Haziran 2006'da İstanbul'a geldiğinde mezun olabilmek için final sınavlarına giriyordum. Yakın arkadaşlarımın neredeyse tamamının gittiği konser günü sınava girmek ve ertesi günkü sınava çalışmak zorunda kalmıştım. Hala unutamadığım şahane bir anıdır benim için.

Konserin yapıldığı yerden de söz etmek isterim. Zitadelle Spandau, 16. yüzyılda yapılmış bir şato ve yaz aylarında içine kurulan sahne konserlere ev sahipliği yapıyor. Anayoldan sağa dönünce, sizi bekleyen bir şato ve onu sizden ayıran bir akarsu ve gölle karşılaşıyorsunuz. Giriş için bunları geçen bir köprüyü kullanmak gerekiyor. Yoldan ayrıldığınızda büyü başlıyor.



Biz giriş için sıraya girdiğimizde içeriden yavaş yavaş müzik sesleri gelmeye başlamıştı. Başta konserin tam saatinde başladığına inanmayıp yalnızca hazırlık yaptıklarını düşündük. Almanya'da olduğumuz bir an aklımızdan çıkmış. Zira içeri girdiğimizde The Heartbreaks sahnedeydi bile. Surların içine açılan bir kale kapısı ve içeride kocaman bir alan, çevresi yiyecek ve içecek satanlarla kaplanmış, ortada kalan çim alanın ucunda sahne duruyor. Her şey beklediğimizden daha küçük aslında. İnsanlar beklediğimizden daha sakin; birçoğu çimlerde oturmuş bir şeyler içiyor ve the Heartbreaks'in tadını çıkarıyor.



Bizim o kadar da cool çocuklar olduğumuzu söyleyemeyeceğim. Zira hemen kenidmizi sahneye yakın ön sıralara atıyoruz. Biraz da çekiniyoruz aslında ilerlerken. Hem insanların sahne önüne yığılmamış olması ve cool halleri şaşırtıyor bizi, hem de uzun zamandır hayalini kurduğumuz, planladığımız şeyin içinde olma hali.. The Heartbreaks yarım saatten biraz daha fazla kalıyor sahnede. Onları dinlerken sahneye bir hayli yakınız; ama her şey biraz buğulu hala, biraz da büyülü. Uzaktan görsek "Bunlar The Smiths dinliyordur herhalde" diye kendi aramızda fısıldaşacağımız çocuklar sahneden inerken, sahnenin arkasındaki beyaz fon da değişiyor.



Sahnenin arkasındaki fonda Mauro Bolognini'nin 1962 tarihli Senilità filminden bir sahne var: Anthony Franciosa bir heykeli belinden kavramış ve belli ki tutkulu bakışlarını az uzağındaki Claudia Cardinale'ye dikmiş. Filmi ve yönetmeni Moz'a yakınlaştıran önemli ayrıntılar var aslında. Senilità bir adamın sevdiği elde edilemez kadınla olan melankolik ilişkisi ve kalp kırıklıkları üzerine kurulu. Ayrıca İtalyan sinemasından beklendiği gibi pek fotografik. Moz'un kullandığı görüntü de daha ilk bakışta insanı çarpıyor. (Konser çıkışında, şarkıların kulaklarındaki çınlaması geçmeden bu fotoğrafın öyküsünü öğrenmek istiyor insan.)
Morrissey'in ve grubunun sahneye çıkmasını bekliyoruz. Sahneye giden kabloların içinden geçtiği plastik platformu, sahneyi daha iyi görebilmek için kullanıyoruz. Önümüzde birkaç sıra insan var ve pek kaya kafayla karşılaşmıyoruz. Benim beklentim grubun sahneye gelmesi ve Moz'un müzikle birlikte bize merhaba demesi yönünde. Fakat hiç beklenmedik bir anda Morrissey koşarak sahneye geliyor ve "I'm throwing my arms around Berlin!" diyor. Etraftaki coşkuyu anlatmaya gerek yok.. Moz'un üzerinde siyah bir gömlek var; gruptakiler ise kırmızı "McCruelty" tişörtleri giyiyorlar.



"On the day that your mentality / catches up with your biology / I want the one I can't have / and it's driving me mad / it's written all over my face" diye başlıyor konser. "You're The One For Me, Fatty", "You Have Killed Me" ve "Speedway" ile devam ediyor. Moz bir yerde "Beethoven Was Deaf"i hatırlatır biçimde "I can speak German very fluently." diye bir çıkış yapıyor; "but I won't talk today." diye bitiriyor. Sonra başlayan şarkıyı kimse bilmiyor, tanımıyor. Adının "Scandinavia" veya "In Scandinavia" olduğunu sanıyorum. Maladjusted'a benziyor biraz. Şarkının bitiminde Moz'un yüzünde zıpır bir gülümseme var; son şarkısı olduğunu söylüyor. Konserden sonra, şarkıyı ilk kez iki gün önce İsveç konserinde söylediğini öğreniyorum. "Ouija Board, Ouija Board"yı çaldıktan sonra, yeni şarkılarından bir diğerini söylüyor. Kameram kayıtta; karşınızda "People Are the Same Everywhere"..

"Action Is My Middle Name"den sonra "So : the choice I have made / May seem strange to you / But who asked you, anyway ? / It's my life to wreck / My own way" diye başlıyor Moz söze. Ardından "Satellite Of Love" ve "I Know It's Over" geliyor. Sonraki şarkı ise bir marş gibi söyleniyor; söylenirken çiçekler havaya atılıyor: "Everyday is like sunday". Bir şarkı sonra da ikinci marş başlıyor: "There's a light that never goes out". Gecenin asıl büyük anı, Moz kollarını Paris'e doladıktan hemen sonra geliyor. "I loved Berlin; it's a beautiful city." diye başlıyor konuşma. Çığlıklar, alkışlar.. "But there's something horrible about it." Şaşkınlık ve suskunluk.. "Wherever I look, McDonalds, McDonalds, McDonalds,..." Bir alkış hali var herkeste; ama biraz da şaşkınlık. "Meat Is Murder" çalmaya başlıyor; Moz bir ara yere çöküyor. Enstrumental kısımda sahneyi bırakıp gidiyor; McCruelty ile baş başa kalıyoruz. Konser boyunca bir hayli dikkat çeken gitarist Jesse Tobias ve davulcu Matt Walker bu şarkıda sahnede büyüdükçe büyüyorlar. Şarkı uzuyor, uzuyor.. Galiba burada bitecek, dediğimiz anda Morrissey ve sarı gömleği sahneye çıkıyorlar. Final şarkısı "Irish Blood, English Heart". Bu şarkıda da herkes eşlik ediyor Moz'a.

Şarkının bitiminde herkesi selamlayıp, kalabalıktan ona uzatılan plak ve kitapları aldıktan ve insanlara gösterdikten sonra grubuyla birlikte sahneden ayrılıyor Morrissey. Kalabalığın bitmeyen alkışları neyse ki "First of the Gang to Die" için sahneye tekrar getiriyor onları. İçimde halen bir umut var, bunun peşine bir de "This Charming Man" bağlarlar diye; ama çok fazla şey umuyorum. ("The only mistake is I'm hoping..") Son bir selamdan sonra 18 şarkıdan oluşan yaklaşık 90 dakikalık büyük gecemiz sona eriyor. Etkisi ise hala geçmedi sanırım. Konserden çıktığımdan beri kendi kendime kaldığımda -burada çok fırsatım oluyor bunun için- ondan neden bu kadar etkilendiğimi ve insanların neden Morrissey'den söz etme gereksinimi duyduklarının sorgulamasını yapıp duruyorum. Benim kendimle ilgili ulaştığım sonuç, bana yaşamla ilgili birçok şey söylediği ve şarkıların gerçekliği karşısında duyduğum sarsılmaz inanç.
Daha önce çok etkilendiğim, büyüklüğü karşısında saygıyla eğildiğim bazı isimleri sahnede izleme şansım oldu. Herbie Hancock bunların en büyüğüydü sanırım. Fakat hiç böyle hissettiğimi söyleyemem. Nedenini şimdi yavaş yavaş anlayabiliyorum. Bir koreografisi, dansı, dansçısı falan yok Morrissey'in. Sahneye çıktığında şarkılarını söylemek ve bunu yaparken ne hissediyorsa onu sergilemekten başka yapacak hiçbir şeyi yok aslında. Nasıl hissediyorsa öyle davranıyor sahnede; somurtuyor, gülümsüyor, arkasını dönüyor, yürüyor, yere oturuyor. Sesiyle, sözüyle, bedeniyle, gerçek olan neyi varsa burada karşımızda. Bu onu tabii ki olumlu ve olumsuz ilgileri üzerine çekecek bir şeye dönüştürüyor; hayranlık uyandırdığı kadar, saldırılara da açık hale geliyor.
Kundera "Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği"nde Sabina'nın sanatta ve yaşamda çok önemsediği bir şeye dikkat çeker: amaçlanmamış güzellik. (Ressam Sabina'nın en sevdiği tablosu, üzerine boya dökülmüş, yanlışlıkla fırça darbelerine maruz kalmış olandır mesela.) Moz'da da amaçlanmamış bir bütünlük ve güzellik hali var. Her ne kadar o grubunu tanıtırken herkesin adını teker teker saydıktan sonra "and me with my many selves" dese de, tüm benlikleriyle barışmış, onları bütünleştirmiş biri var karşımızda. Bizse ona hayranlık duymadan yapamıyoruz. Onunla ilgili önemli bir tartışma yazısı okudum. Bir yazar Moz'un gerçek bir star olduğunu ve ondan sonra star olmanın imkânsız hale geldiğini yazmıştı. Bugün star/yıldız olarak anılanlarla karşılaştırıldığında "gerçek" diye niteleyebileceğimiz tek kişilik belki de Morrissey. Bu açıdan "yıldız olmanın" tanımını değiştirmiştir herhalde. İngiliz yönetmenler, Türkiye'deki uyarlamaların aksine, Shakespeare'in oyunlarını oyunculukları minimize ederek sahnelemeye çalışıyorlar bir süredir; çünkü yazar oyunculuk ile gölgelenmemesi gereken sözler söylüyor onlara göre. Morrissey de bizim şarkı söyleyen Shakespeare'imiz mi acaba? Danslardan, şovlardan azade gerçek bir şözler ve şarkılar bütünü.. Ona eşlik edebilecek şey ise sahnenin çeşitli yerlerine duran aynalar...

Yola çıktığımdan bu yana üç havaalanı, iki ülke, üç kent gördüm; iki farklı üniversitede 3-4 farklı hocanın dersine katıldım; bir kez hostelde, iki kez otelde kaldım; birkaç Alman'la tanıştım; Türkçe konuşan onlarca insanla karşılaştım; iki kentin sokaklarında yürüme fırsatı buldum; sevgilime doğru bir yolculuk yapmayı hatırladım ve bende şu ana kadar hiç deneyimlemediğim bir etki yaratan iki kişiyle karşılaştım. Biri filozoftu, diğeri de amaçlanmamış bir güzelliğe sahip bir yıldızdı. Bu yazıyı onun için yazdım.

1 yorum: