Pazar, Haziran 19, 2011

öss-lys-ygs-kgs-ogs-sss???

Haftasonumu artık hangi -s olduğunu karıştırığım üniversite sınavında gözetmenli/salon başkanlığı yaparak ve genç arkadaşların döktüğü teden para kazanarak geçirdim. İzmir'de bir haftasonu aktivitesi olarak bir hayli sönük bir etkinlik. Fakat hem kârlı hem öğretici. Bakınız neler öğrendim:

* Sınavlar giderek karmaşık hale geliyor. Bizden önce iki basamaklıydı üniversite sınavı. Bizim zamanımızda tek basamak oldu. Benden sonraki yıl puan sistemi değişti. Sonra tek basamakta dört değil, altı test uygulanmaya başladı. Geçen yıl tekrar iki basamaklı oldu. Bu yıl, ilk basamakta tek bir sınav yapılırken; ikinci basamakta iki haftasonuna yayılan dört ayrı sınav yapılıyor. Bu sınavlarda, bir adaya toplamda on ayrı soru kitapçığı dağıtılıyor. Aynı sınavda üç ayrı soru kitapçığı dağıtılması gerekiyor bazen. Şimdilerde genç olmamanın en büyük avantajı herhalde bu karmaşıklığa girmemek.

* ÖSYM skandallara karıştıkça sınavlar karmaşıklaşıyor; içeriye metal eşya, çanta, saat vesaire sokulamıyor. Bütün bunlar ne işe yarıyor peki? Şifreyle, mikro-kulaklıklarla kopya çekilmesine engel olabiliyor mu mesela? Ya soruların sızdırılmasına? Öyle çok konuda -mış gibi yapıyoruz ki... Sınav salonlarında o çocukların gözlerinin içine baka baka geleceklerini çalıyoruz, hem de iki basamaklı uzun ritüellerle.

* Uzun ritüellerle diyorum, çünkü sınav görevlilierinin işe başlama saatleri 08.30; adayların salona alınma saati 09.00; yapılması gereken şey cevap kağıtlarının ve soruların dağıtılması ve kodlamaların yapılması (en fazla 8-10 dakika sürüyor); ama biz bir saat boyunca bir birbirimize, bir duvardaki saate bakıyoruz. Özellikle soru kitapçıklarını verdikten sonra sınıftaki o rahatsız edici sessizlik o kadar uzuyor ki... Uzun ve dayanılmaz bir psikolojik savaş sanki yaşanan.

* Sınavda görevli gözetmenlerden bazıları Milli Eğitim'e bağlı öğretmenler.Öğrencileri birer böcek gibi görmelerinin yanı sıra, bu sınavın çocukların yaşamındaki önemini rahatlıkla yadsıyabiliyorlar. Önemsedikleri tek şey buradan kazanacakları ek ücret ve işlerin kendileri için kolay yürümesi. Adalet duygusundan yoksun olmaları ve herkesin eşit muamele görmesi konusundaki yetersizliklerini, bu konularda yol açtıkları haksızlıkları saymıyorum bile. Bugün iki öğretmenle çalışırken, sınava girenlere "Korkmayın, artık bunlardan kurtuluyorsunuz; daha düzgün insanlarla karşılaşacaksınız." demek geldi içimden.

* Cumartesi bir lisede girdim sınava. Duvarda bir Türkiye bir de dünya haritası vardı. Bir şey dikkatimi çekti: Bizim zamanımızda sınırlar kırmızı kesik çizgiyle gösterilirdi. Şimdilerde içinden siyah kesik çizgiler geçen hayli kalın kırmızı çizgilerle gösterilmiş. Bizim zamanımızda o kesiklerden geçebileceğini söylerdi sanki sınırlar. İyi-kötü bir gidiş-geliş var gibiydi buralardan. Şimdilerde o kadar kalın, öyle kırmızı çizgilerimiz var ki; çıksak giremeyeceğiz, girsek çıkamayacağız sanki. Amaçlanmış olsun olmasın, bana bunu söyledi ortaöğretimde kullanılan haritalar.

Haftasonunu beş saatin üzerinde suskunca etrafa bakarak geçiren bir kişi ne yapar? Başkalarını bilemem; ama ben sıkça etrafı gözlemlerim. Bu suskunluktan da bana bunlar kaldı. Önümüzdeki haftayı meraksız ve hevessizce bekliyorum..

Pazartesi, Haziran 06, 2011

edith

Edith bize müzikten falan bahsetsin; yeni albümleri haber versin ve hatta yeni bir liste yapsın bence..

Kafalara iyi gelir..

Cumartesi, Haziran 04, 2011

"Elimden gelen azdı. Ama hükmedenler / Daha rahat olurdu bensiz, buydu umudum."

Hiç tanıdığınız birini gözaltına aldılar mı sizin? Gözaltındayken kendisine yapılan işkenceleri anlatan biriyle karşılaştınız mı; gözünün içine bakabildiniz mi o yaşadıklarını anlatırken? Hiç hapise düşen/düşmüş bir arkadaşınız oldu mu; "mapusta sigarasız kalmamak için komün kurmak gerektiğini" heyecanla haber veren birini dinlediniz mi? Polis araçlarına itile kakıla sokulurken isimlerini bağıran genç insanları, o adları tanıdığınızın farkına vardınız mı hiç?

Geçen hafta ben bu sorulara yeni evet yanıtları ekledim. Gözaltına alınan, 82 saat terörle mücadeler birimlerince sorgulanan, sıra dayağından geçirilen, hakaretler yiyen ve hücrelere kapatılan arkadaşlarımdan biri serbest, diğeri tutuklandı. Birlikte gözaltına alındıkları onlarca insanın kelepçe ve coplar nedeniyle oluşan morlukları var. Tesadüf o ki, bu insanlardan bir kısmı SBF'de Burhan Kuzu'ya karşı yapılan eylemin katılımcıları.

Söylemek istediklerimi ifade etmekte zorlanıyorum. Sabahtan beri bir şeyler söylemem gerektiğini düşünüyorum; ama bir türlü bilemiyorum bunu nasıl yapacağımı. Dilim tutuk, yazım bozuk, dağınık..

Yıldırım Türker bugün Vedat Türkali'ye saygı duruşuna geçerken Brecht'in vasiyet olarak yazdığı şiiri hatırlatmış. Okuyalım, umut edelim..

Bizden Sonra Doğanlara

I
Gerçekten, karanlık günlerde yaşıyorum!
Doğru söz delilik. Düz alın
Kanıtı vurdumduymazın. Gülen ki
Korkunç haberi
Henüz almamış.

Ne günlere kaldık, ki
Neredeyse suçtur ağaç üzerine bir konuşma
İçerir çünkü susmayı bunca kötülük üstüne!
Orda ağırdan caddeyi geçen
Erişilmez mi dara düşen
Arkadaşları için?

Doğrudur: geçimimi sağlıyorum daha
Ama inanın: bu bir rastlantı yalnız. Yaptığım
Hiçbir iş doyma hakkını vermiyor bana.
Rasgele korunmuşum. (Talihim dönüverse. Yokum.)

Bana diyorlar: ye iç! Bak keyfine!
Nasıl yer içerim, kaparsam
Yiyeceğimi bir açın elinden ve
Bardaktaki suyum bir susuzda yoksa?
Ve yiyip içiyorum gene de.

İsterdim bilge olmak.
Eski kitaplarda yazılı nedir bilge
Kavga dışı kalmak dünyada ve kısa yaşamını
Korkusuz geçirmek
Zora başvurmadan edebilmek
Kötülüğe iyilikle karşılık vermek

İsteklerine ermeyip, unutmak
İşi bilgenin.
Yapamam bütün bunları:
Gerçekten, karanlık günlerde yaşıyorum!

II
Şehre geldim bozuk düzen günlerde
Açıklık sürerken.
İnsan arasına karıştım ayaklanmada
Ve onlarla birlikte öfkelendim.
Böyle geçti zamanım
Yeryüzünde.

Yemeğimi yedim iki savaş arası
Katillerin arasında yattım
Sevgiye saygısız
Ve doğaya sabırsız baktım.
Böyle geçti zamanım
Yeryüzünde

Her yol batağa çıkardı benim zamanımda.
Dilim durmaz ele verirdi beni.
Elimden gelen azdı. Ama hükmedenler
Daha rahat olurdu bensiz, buydu umudum.
Böyle geçti zamanım
Yeryüzünde.

Gücüm azdı. Hedef
Uzak mı uzak.
Apaçık belliydi, benim ulaşmam
Mümkün değildiyse de.
Böyle geçti zamanım
Yeryüzünde.

III
Siz, siz ki çıkacaksınız
Battığımız tufandan
Düşünün
Eksiklerimizden söz ederken
Karanlık çağı da
Sizin kurtulduğunuz.
Gittiydik, ayakkabıdan çok ülke değiştirip
Sınıf savaşları arasından, umarsız
Yalnız haksızlık var da baş kaldırma yoktuysa.

Biliyoruz oysa:
Alçaklıktan nefret bile
Çarpıtır çizgileri
Haksızlığa öfke bile
Kısar sesi. Ah, biz
Hazırlamak isterken dostluk yolunu
Dost olamadık kendimiz.

Siz ama, o gün gelince
İnsanın insana el uzattığı
Anın bizi
Hoşgörüyle.

Bertolt Brecht

Perşembe, Mayıs 26, 2011

"Boğaz'ın Boasları" Bize Pek Yabancı..

Galatasaray Terim'le anlaştı.. Yine.. Umarım işler iyi gider de, yine acı çekmeyiz futbol izleyelim derken. Fakat olması gereken böyle bir şey miydi, diye sormadan da edemiyorum.

Bugün Uğur Vardan çok güzel bir yazı yazmış Radikal'e: "Oysa ihtiyacımız olan Boğaz'ın Boasları". Morinho'nun asistanı olarak başladığı kariyerine Porto'yu UEFA şampiyonu yaparak devam eden 1977 doğumlu Andre Villas-Boas'tan söz ediyor ve ekliyor: Porto, Morinho'nun peşine düşmek yerine, yeni isimler aramak ve yetiştirmek gerektiği üzerinde duruyor ve ekliyor: "Gönül isterdi ki, Terim bildik sulara sıkışıp kalmasın, ya Avrupa’da yeni meydan okumalara soyunsun, olmadı hazır ‘Büyük bir camianın takımı’nı tekrar revize etmeye soyunmasın, yepyeni bir takım alsın, kendisini orada sınasın, ekolünü, üslubunu o yeni takımda bir kez daha yeniden yaratsın ve bu türden sınavlarla kendisine ve futbol camiasına özgüven aşılasın, geçmişinde de asistan yetiştirmiş olsun ve yetiştirdikleri Galatasaray’da ya da başka takımlarda farklı ve taze rüzgârlar estirsin… Ama gelinen noktada, bu saydıklarımı bir ütopya olarak algılayacak ve ‘Üçüncü Terim dönemi’nin gerçekleriyle yaşayıp gideceğiz anlaşılan…"

Niyetim Vardan'ın yazısını burada yeniden yazmak değil elbette. İsteyen açar, okur zaten. Fakat aklıma gelen başka bir şey var: Ne bugün Avrupa'nın en "acayip" teknik adamı Morinho, ne MANU'yu ben o takımın adını öğrendiğimden beri çalıştıran Alex Ferguson, ne de Boas çok pırıltılı futbol oyunculuğu kariyerlerine sahipler. Sahip oldukları, yapabildikleri şey ise futbolun nasıl anlaşılabileceğini, nasıl yorumlanabileceğini ve yönetilebileceğini kavrayabilmiş olmak. Tabii ki, hem saha içinde hem de saha dışında bu işi başarıyla yapabilmiş örnekler var. Buna karşılık, bana öyle geliyor ki, artık futbola uzaktan da bakabilen, saha içindeki durumları 'oranın havasını bilme'nin ötesinde 'uzaktan değerlendirerek' bir düşünce ve yönetim ortaya koyabilen kişiler artık futbolun ve başka takım sporlarının kilit isimleri haline geliyorlar.

Bu düşüncemin arkasında izlediğim oyundan ne anladığım kadar, Arendt'in Kant okumasında söz ettiği bir düşünce yatıyor aslında. Burada Arendt "actor" ve spectator" arasındaki ayrıma dikkat çekerek, olayın içerisinde "eyleyen" olarak yer alan "actor"ın, konumu gereği gözen kaçıracağı şeyler olduğunu ve bu nedenle olayların anlamının ancak onları dışarıdan gözleyen ve soğuk kanlılıkla değerlendirebilen "spectator" tarafından doğru biçimde saptanabileceğini söyliüyor. Devir "spectator"ların futbolun anlamını yeniden saptama devri midir? Bunu daha uzun süre futbol izledikten, her şey olup bittikten sonra göreceğiz. Keşke Türkiye'de de böyle (mesela Abdullah Avcı gibi) futbol figürlerine, "spectator"lara sahip olsak..

Pazar, Mayıs 22, 2011

a feast of friends

wow, i'm sick of doubt
live in the light of certain
south
cruel bindings.
the servants have the power
dog-men and their mean women
pulling poor blankets over
our sailors.

i'm sick of these dour faces
staring at me from the tv
tower, i want roses in
my garden bower; dig?
royal babies, rubies
must now replace aborted
strangers in the mud
these mutants, blood-meal
for the plant that's plowed.

they are waiting to take us into
the severed garden.
do you know how pale and wanton thrillful
comes death on a strange hour
unannounced, unplanned for
like a scaring over-friendly guest you've
brought to bed.
death makes angels of us all
and gives us wings
where we had shoulders
smooth as raven's
claws.

no more money, no more fancy dress
this other kingdom seems by far the best
until it's other jaw reveals incest
and loose obedience to a vegetable law.
i will not go
prefer a feast of friends
to the giant family.

Jim Morrison

ÇIPLAK (CIPLAK, çiplak, ciplak ve daha neler neler, hepsi reklamlardan sonra...)

bir nüdist olarak (tamamen içsel), andrebilmemkim rumuzlu yünan öykünmesi (nüdistim, barışçıyım, hümanistim, milliyetçiyim, kafatasçıyım [ilkokul öğretmenime dönerek hayali amerikan gangster şapkamın {nüdistim ya, tamamen cıbılım} ucuna minik bir dokunuşla selamlıyorum], türk olmayanı tepeleme konusunda neden bilmiyorum bazı bazı bilmemkaç milisaniye kendime gelmem mi gerekiyor ne[ben bilmem freud bilir]...) yazarın çağrısına kulak verip "çıplak" yasağı konusundaki duygularımı paylaşmak isterim...

konuyu toparlayarak hemen en içten anlık hislerimi paylaşıyım(hislerimi değil de bir duygu seli içinde şekillenen davranışlarımı): hiç şaşırmama, hafifiten bir komiğime gitme, bıyık altından sırıtma refleksi(ne kadar da haklıyım iması da yok değil), keşke daha çok ve derin oğuz atay okusaydım da "bilinç akışı" konusunda azıcık edebiyat parçalayabilseydim arzusu ve devamındaki diğer saçmalıklar...

kısa yani... öyle pek bir hislendirmedi bu yasak beni. (yahu bir yasak bir beni ne kadar hislendirebilir ki zati?[alegorik {peh peh peh}])

konusu açılmışken bu nüdistlik konusundaki düzensiz düşüncelerimi paylaşmak konusundaki engel olamadığım arzuma (konu açılınca oluştu bu his) da cevap vereyim - ki zaten bu yazıyı da muhtemelen sadece bu sebeple yazmaktayım-. (yazım kuralı yarattım hohoyt)

bana göre nüdizmin çok küçük bir kısmı bedensel çıplaklığı ifade etmektedir (öyle yüzde bilmemkaçı demek istiyorum da bir yüzdeye koyamıyorum tam, ama epey minik bir bölümünü kast ediyorum) insan kafada nüdist olmalı, düşüncede, zihniyette... çıplak düşünce, çıplak ifade, çıplak zihniyet gibi...

insanın üzerine geçirdiği kıyafetler gibi kafada oluşturduğu paradigmalar (%100 dış etmenli olduğuna inanırım) sınırlamasın, çevrelemesin dışardan bakılınca; dış dünyaya ifade ederken insanoğlu kendini (konuşmayla, jestile, tavırla ıvır zıvır) üzerine geçirdiği kıyafet, saat, gözlük, makyaj, aksesuar her neyse değil de insan insan olsun... hava soğuksa düşünce, ifade üşüsün, sıcaksa terlesin; ortam gerginse soğuk terler döksün, iyiyse kafadakiler hemen yüze vursun aptal aptal gülmece; karşıdakinden etkileniyorsa hemen mala bağlamaca saçmalamaca, kızgınsa heheeyytt... ne kadar başarılıyım ben bu konuda? çook başarısızım, ama çabalıyorum (bazı bazı lokal başarılarım mevcut, keşke herkeş yapsa)...

paylaştım rahatladım. ama hakkını verebildim mi? hiiiç de veremedim. ama pazar sabahı ilginçliği olarak bu aktiviteden de keyif aldım.

oh böyle cıbıl cıbıl...

Cumartesi, Mayıs 21, 2011

Şişman Haydar büyütücüyü fişe taktı.

31: Dertli sayı; yanlış anlaşılmış, çok yüklenilmiş. Yasak.

Adrianne: Tanımıyorum kendisini; herhalde önemli biri.. Yasak.

Animal: İngilizce "hayvan" demekmiş. Ben de TİB'den öğrendim. Yasak.

Hayvan: Enteresan fantezi. Yasak.

Baldiz: Baldan tatlı olduğu TİB'ce kanıtlanmıştır kanımca. Yasak.

Beat: William Burroughs mesela. Yasak.

Buyutucu: Büyütmek yasak.

Ciplak: Bu konudaki ayrıntılı açıklamayı nüdist arkadaşımız maldonado efsanesi'ne bırakıyorum. Yine de yasak sonuç olarak.

Citir: Yansıma sözcükler vardı; onlardan.. Yasak.

Escort: 'Ford'u çağrıştırır bana hep. Ford da yasak mı acaba?

Etek: Yasakmış bu da. Diz altı giyenlere göz yumulur bence.

Fire: Bir başka İngilizce sözcük; yanmayacaksın..

Girl: Google'da aradım, ilk sonucun başlığı "Fedakar Kız" çıktı. :) Fedakar olan da yasak.

Ateşli: Alevli.. Yasak.

Frikik: Hagi çok acı vururdu.. Artık yasak.

Free: Öyle beleş yok!

Gey: Devletimiz tarafından ağza alınmayan bir varoluş biçimi. TİB'den dev bir adım.. Tabularımız yıkıldı. Sonuçta yasaklandı.

Gay: İngilizcesi de yasak tabii.

Gizli: Her şey şeffaf olmalı bence de.. Gizli yasaklansın..

Got: Bunun Türkçesi de İngilizcesi kadar neşeli: GÖT. Eh, göt dediğin yasak olur.

Hatun: Mesela Hürrem Hatun.. Zaten kıyamet kopmuştu bununla ilgili. Yasaklansın, kurtulalım.

Haydar: Favori yasaklım.. Haydar'ın suçu ne abiler? Bence Haydar'lar Tophane'de toplanıp kendilerini yaksın.

Nubile: Googlelayın; çıkanlara bakın lütfen. Her şeyin anlamını devletin açıklamasını beklemeyin.

Hikaye: Bilemedim..

Homemade: Evde yapmayın arkadaşım!

Hot: Ateşle ilgili herhalde..

İtiraf: Edilmemeli..

Liseli: Olmamalı. Liseliler üniversite sınavına çalışsın..

Nefes: Bunun filmi yok muydu?.. Demek o da yasak.

Partner: Yiyorsa teke tek gel! mesajını alıyoruz.

Pic: Picture demek istediğini düşünmek istiyorum.. "ç"lisi ağır olur.

Sarisin: Çakma olanlar yasaklanmış. Doğallara saygı sonsuz..

Sisman: Obez zaten bunlar; pislikler. Bence hepsini zayıflatalım.

Teen: Sivilceleri var, ondan.. Yasakla gitsin.

Yasak: Süper, yasak da yasak..

Yerli: Malı vardır; ondan herhalde..

Yetiskin: "Biz hiç büyümeyelim Recep; hep çocuk kalalım.."

Cumartesi, Ocak 01, 2011

Perşembe, Aralık 30, 2010

çok

Tek bir soru yok aslında.. Çok fazlası var..

"We look younger than we feel
And older than we are
Now nobody's funny
No god, they took our fashion week
That's a real bad thing
Cause we have scars to cover

Now I forget how to think
So crack my skull
Rearrange me
"
(The National)

Perşembe, Aralık 09, 2010

Çarşamba, Aralık 08, 2010

virüs

İyileşemiyorum.. Etrafımdakiler, benimle sık birlikte olanlar hasta oluyor. Onlar iyileşiyor; ben iyileşemiyorum. Sonra etrafımdaki başkaları hasta oluyor; onlar da iyileşiyor ve ben... Böylece devam ediyor döngü.

Kendimi bir kentteki o büyük salgını bulaştıran/başlatan mahsun bakışlı küçük şempanze gibi hissediyorum artık. Bilim insanlarına sesleniyorum: O benim! Panzehiri, aşıyı benden üretebilirsiniz!..

Reklamın geldiği son nokta..

Reklamı geçince hemen sağda..



Rehabilite olmak isteyenlere Sebastien Tellier'den La Ritournelle'i öneriyorum..

Perşembe, Kasım 11, 2010

Atay! Yine!

Edith için;

Tekrar okuyunca buraya yazmaktan alamadım kendimi.

"ben karagöz filan değilim. herkes birikmiş bizi seyrediyor. dağılın! kukla oynatmıyoruz burada. acı çekiyoruz. kapı kapı dolaşıp dileniyoruz. son kapıya geldik. insaf sahiplerine sesleniyoruz. ey insaf sahipleri! ben ve olric sizleri sarsmaya geldik. dünya tarihinde eşi görülmemiş bir duygululukla ve kendini beğenmişçesine ve kendinibeğenmişçesinesankibizdenöncebirşeysöylenmemişçesinegillerden olmaktan korkmadan kapınızı yumrukluyoruz. dilenciler krallığının en küstah soylusu olarak kişiliğimizi burnunuza dayıyoruz........ sizi ağlatmaya ve burnunuzdan getirmeye geldik. size dünyanın dörtten fazla bucağı olduğunu göstermeye geldik. bitmez tükenmez sızlanmalarımızla ananızı ağlatmaya niyetliyiz." (Oğuz Atay)

New York'ta Beş Minare veya Klişeler Her Yerde

Mahsun Kırmızıgül'ün son şaheseri New York'ta Beş Minare'ye gitmeye hiç niyetim yoktu; ama bir yandan da fazlasıyla merak ediyordum bu filmi. Özellikle fragmanını izledikten sonra ilginç bir film olabileceğini, belki şöyle bir bakmanın iyi olabileceğini falan düşünüyordum. Dün gece, sekiz buçukta okuldan çıkarken o saatten sonra hiçbir işe yaramayacağım düşüncesiyle film karşısındaki direncimin merakıma yenilmesine izin verip sinemaya gittim. Sonuç ise beklendiği gibi oldu..

Eski şarkıcı, yeni entel Mahsun Kırmızıgül hem yazmış hem de yönetmiş filmi. Gitmeden önce televizyonda izlediğim yorumlarda falan söylenen, hikayenin çok özgün olduğu ve bu nedenle filmin de görülmeye değer hale geldiği söyleniyordu. Fakat, bir kere, Bir yerden başka bir yere doğru ilerleyen bir hikaye var mıydı? sorusu aklımı meşgul ediyor. Zira birbiriyle bağlantısı iyi kurulmamış bazı bölümler var filmde. İstanbul-New York-İstanbul-Bitlis hattında sıralanan öyküler Mahsun Kırmızıgül'ün canlandırdığı Fırat'ın kişiliğinde, öyküsünde düğümleniyor; ama biz Fırat'a dair neredeyse hiçbir şey bilmiyoruz. Adam ("Bana oğlum deme Hacı!" çıkışı ve "Ne dedi?" sorusu dışında) konuşmuyor ki... Yalnızca susan, ezilmişlik hissini yansıtmaya çalışan ve şiddetle yüklü saplantılı bir polis portresi var karşımızda. Bu nitelemede fazla sıfat var ve karakterle ilgili çok şey biliniyormuş hissi uyandırıyor; ama tüm bunlar öyle yüzeydeki özellikler ki... Fırat'ın hiçbir derinliği yok sanki.
Hikayeye ilişkin başka bir sorun da, (benim için fazla kişisel bir rahatsızlık aslında bu) Mahsun'un diğer filmlerinde olduğu gibi fazlaca dramatik, hatta ağlak bir sonla bitiyor olması. Acıklı bir müzik, ağlamalar, vesaire... Böyle sonları rahatsız edici buluyorum; sanki insanların duygularıyla çok kolay yollardan ilişki kurmaya, onlarla oynamaya çalışıyorlarmış gibi geliyor bana.
Bir diğer mesele, filmde 'politik' olarak değerlendirilebilecek karakterlerin veya dialogların (mahsunizmin mahsunluğundan olacak herhalde) son derece sığ, derinlikten çok uzak ve fazla karikatürize olması. Bazı karikatürizasyonlar, özellikle politik konular söz konusuyken anlamlı ve derinliklidir. Sizi gülümsetir; aynı zamanda da politik konuların sakladığı bazı gerçekleri doğrudan konuşmadan daha iyi anlatır. Fakat New York'ta Beş Minare'de bunun ipuçlarına bile rastlamak mümkün değil. İslamofobik ve ukala FBI ajanı (11 Eylül'de kardeşini kaybetmiş-Klişe 1), şiddete eğilimli polis memuru (Doğulu, kan davası mağduru-Klişe 2), bu polisi onaylamayan babacan sorgu polisi (Salih Kalyon-Klişe 3), hoşgörü sahibi dini şahsiyetler (Klişe 4),emniyet amiri rolünde Zafer Ergin (Klişe 5), Doğu'ya gittikçe yükselen oryantal müzik sesleri ve pencere arkasından 'otantik görüntülere' bakan Türk ve Amerikalılar (Klişe 6), acılı ve cefakar dede ve anneler (Kırmızıgül yaşlıları nasıl kullanacağını ilk filmden beri çözmüş-Klişe 7), ve daha fazlası. Dolayısıyla hepimizin bildiği, görmekten sıkıldığı ve kurtulmak istediği klişeler üzerine kurulan karakterler ve hikaye(ler)... Özellikle oryantalizmden kaçma amacıyla kendi kendine uygulanan oryantalizm biraz duyarlı bir gözeden kaçacak gibi değil. Bence politik olarak en rahatsız edici taraf da burada zaten filmde.
Son olarak da şuna değinmek isterim: Tüm film boyunca insanı gülümsetecek tek bir kanuşma, dialog, durum yok; ama bunun yerine kameranın önüne her gelişinde filmde bir komedi unsuruymuş hissi uyandıran Mustafa Sandal var. Aklımda kalan klişeleri sayarken Mustafa Sandal'ın karakterine ilişkin hiçbir şeyi saymadım; çünkü o filmden ayrı bir şov unsuruydu benim için: ortada dolaşan bir yabancılaşma unsuru, yabancılaştırıcı öğe. Filmin orta yerinde "Ne günlerim geçti şu Amerika'da!", "Avrupa Birliği sürecinde Türkiye'de çok sayıda yargı reformu yapıldı." gibi cümleler kurması (Bunları tam olarak böyle söyledi; bir eksik veya fazla yok!!) ve bunları söylerken takındığı eda; öte yandan New York'ta eli silahlı siyahlara karşı yaptığı kung-fu figürleri tam bir neşe kaynağıydı. Bir noktada "Aya benzer yüreğim" diye şarkı söylemeye ve dans etmeye başlayacak diye korktum.

Sonuç olarak, film için harcanan zamanı boşa geçmiş hissetmemem için bu filmden neler öğrendiğimi düşünmem ve bloga konu etmem gerekir, diye düşündüm. Böylece, geçen zaman popcorn yemeye ayrılmamış ve belki de bir işe yaramış olacaktı. Böyle eğitici, öğretici faaliyetler için zamanı olan herkese ve Klişe nedir; nasıl kullanılır? sorusuna yanıt arayanlara hararetle öneririm Mahsun'un minarelerini. Gidiniz, görünüz, unutunuz; veya durun, unutmayıp tekrarlamaktan kaçınınız.