Geçen günlerde 'bahar geldi' diye seviniyorduk hepimiz. Havada güzel bir koku, her yer aydınlık ve çekici... Ellerde dondormalar, uzun sahil yürüyüşleri..
Bugünlerde hava iyice ısındı burlarda; bunaltıcı sıcak, insanın üzerine gelen bulutlar... Bir de bilgisayarda kapanmayan bir word dosyası yazılmayı, bitirilmeyi bekliyorken iyice azalıyor insanın tahammülü karşılaşılan aksilikler karşısında.
Bitsin şu yazı artık; bitsin. Bazen soruyorum kendime, neden bir işe büyük bir heyecan ve şevkle başlıyor ve bitmesine yakın o 'bit(ir)me anı'nın gelmemesi için var gücümle uğraşıyorum, diye. Bütün bu söylenmeler, bitebilecek şeyleri sonu gelmeyen süreçlere dönüştürmeler benim yaşam biçimim oldu galiba. Böyle ifade edince çok korkutucu gözüküyor gözüme..
Neyse, yarın bir çalışmayı sonlandırmak için çok güzel bir gün olabilir; ya da belki bir sonraki gün..
Perşembe, Mayıs 13, 2010
Salı, Mayıs 11, 2010
Çarşamba, Mayıs 05, 2010
Yaşamak; bir hayali...
Bir hayli zamandır söyleyecek sözüm olmadığından mı, yoksa başka şeyler yüzünden yazmaya zaman ayıoramadığımdan mı, bilemediğim bir şekilde hiçbir şey yazmadım buraya. Aslında kendime ait pek fazla sözüm de yok bugün. Fakat Orhan Pamuk fena yakaladı yine beni. Kendi sözümü buraya değil de, başka bir yerlere karaladım/karalayacağım bu konuyla ilgili (Belki sonra burada da paylaşırım.); ama neden yazdığımız, neden düşündüğümüz ve neden yaşadığımızla ilgili yanıtlardan biri olarak, bir bakış açısı olarak, kulağımıza Pan'ın fısıldadığı bir cümle olarak aşağıdaki alıntıyı okumanızı öneririm.
“…Boğazdan geçen karanlık bir tankerin yağan karın içinden gelen iniltisini, şehrin bütün pencerelerini hafif hafif titreterek geçişini dinlerken ekledi: “Çünkü, yaşadığımız hayatın bir başkasının düşü olduğunu kanıtlamanın hiçbir şey değiştirmeyeceğini biliyorum artık.”
Kuş uçmaz kervan geçmez bir Doğu Anadolu dağına yerleşerek iki yüzyıl kendilerini Kaf Dağına götürecek yolculuğun hazırlığını yapan Zeriban aşiretinin hikâyesini anlattı sonra Saim. Hiçbir zaman çıkmayacakları Kaf Dağı’na bu yolculuk düşüncesinin, üç yüz yirmi yıl öncesindeki bir rüya kitabından alınmış olması ya da bu gerçeği kuşaktan kuşağa sır gibi taşıyan Şeyhlerinin zaten Kaf Dağı’na hiç gitmemek için Osmanlı’yla anlaşmış olması neyi değiştirirdi ki? Küçük Anadolu kasabalarındaki sinemaları Pazar öğleden sonraları dolduran erlere, seyrettikleri tarihi filmdeki yiğit Türk savaşçısına zehirli şarabı içirmeye çalışan perdedeki fitneci ve tarihi papazın, gerçek hayatta İslama bağlı alçak gönüllü bir oyuncu olduğunu anlatmak, bu insanların tek eğlenceleri olan öfkelerinin tadını kaçırmaktan başka bir sonuç verir miydi? Sabaha doğru, Galip, oturduğu divanın üzerinde uyuklarken, Saim, büyük bir ihtimalle, Arnavutluk’ta, yüzyıl başından kalma beyaz bir kolonyal otelin, rüyaları hatırlatan boş salonunda, bazı parti liderleriyle buluşan Bektaşi şeyhlerinin kendilerine gösterilen Türk gençlerinin fotoğraflarına gözyaşlarıyla bakarken, törenlerde tarikat sırlarından değil, coşkulu Marksist Leninist çözümlemelerden söz edildiğini de bilmediklerini söyledi. Yüzyıllardır aradıkları altını, hiçbir zaman bulamayacaklarını bilmeleri de simyacıların mutsuzluğu değil, varlık nedeniydi çünkü. Modern illüzyonist, onu heyecanla izleyen seyirci, bir an olsun bir hileyle değil, bir büyüyle karşılaştığını sanabildiği için mutlu oluyordu. Birçok genç, hayatlarının bir döneminde işittikleri bir sözün, bir hikâyenin, birlikte okudukları bir kitabın etkisiyle aşık oluyorlar, aynı heyecanla sevgilileriyle evleniyorlar ve hayatlarının geri kalanını da aşklarının arkasında yatan bu yanılsamayı hiçbir zaman anlamadan, mutlulukla yaşıyorlardı. Karısı sabah kahvaltısı için masanın üzerindeki dergileri toplar, sofrayı kurarken, bütün yazıların hayattan değil, sırf yazı oldukları için, en sonunda, birer düşten söz açtıklarını bilmenin de, hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini söyledi.”
(Orhan PAMUK, Kara Kitap, İstanbul, Can Yay. 1993, s. 78-79.)
“…Boğazdan geçen karanlık bir tankerin yağan karın içinden gelen iniltisini, şehrin bütün pencerelerini hafif hafif titreterek geçişini dinlerken ekledi: “Çünkü, yaşadığımız hayatın bir başkasının düşü olduğunu kanıtlamanın hiçbir şey değiştirmeyeceğini biliyorum artık.”
Kuş uçmaz kervan geçmez bir Doğu Anadolu dağına yerleşerek iki yüzyıl kendilerini Kaf Dağına götürecek yolculuğun hazırlığını yapan Zeriban aşiretinin hikâyesini anlattı sonra Saim. Hiçbir zaman çıkmayacakları Kaf Dağı’na bu yolculuk düşüncesinin, üç yüz yirmi yıl öncesindeki bir rüya kitabından alınmış olması ya da bu gerçeği kuşaktan kuşağa sır gibi taşıyan Şeyhlerinin zaten Kaf Dağı’na hiç gitmemek için Osmanlı’yla anlaşmış olması neyi değiştirirdi ki? Küçük Anadolu kasabalarındaki sinemaları Pazar öğleden sonraları dolduran erlere, seyrettikleri tarihi filmdeki yiğit Türk savaşçısına zehirli şarabı içirmeye çalışan perdedeki fitneci ve tarihi papazın, gerçek hayatta İslama bağlı alçak gönüllü bir oyuncu olduğunu anlatmak, bu insanların tek eğlenceleri olan öfkelerinin tadını kaçırmaktan başka bir sonuç verir miydi? Sabaha doğru, Galip, oturduğu divanın üzerinde uyuklarken, Saim, büyük bir ihtimalle, Arnavutluk’ta, yüzyıl başından kalma beyaz bir kolonyal otelin, rüyaları hatırlatan boş salonunda, bazı parti liderleriyle buluşan Bektaşi şeyhlerinin kendilerine gösterilen Türk gençlerinin fotoğraflarına gözyaşlarıyla bakarken, törenlerde tarikat sırlarından değil, coşkulu Marksist Leninist çözümlemelerden söz edildiğini de bilmediklerini söyledi. Yüzyıllardır aradıkları altını, hiçbir zaman bulamayacaklarını bilmeleri de simyacıların mutsuzluğu değil, varlık nedeniydi çünkü. Modern illüzyonist, onu heyecanla izleyen seyirci, bir an olsun bir hileyle değil, bir büyüyle karşılaştığını sanabildiği için mutlu oluyordu. Birçok genç, hayatlarının bir döneminde işittikleri bir sözün, bir hikâyenin, birlikte okudukları bir kitabın etkisiyle aşık oluyorlar, aynı heyecanla sevgilileriyle evleniyorlar ve hayatlarının geri kalanını da aşklarının arkasında yatan bu yanılsamayı hiçbir zaman anlamadan, mutlulukla yaşıyorlardı. Karısı sabah kahvaltısı için masanın üzerindeki dergileri toplar, sofrayı kurarken, bütün yazıların hayattan değil, sırf yazı oldukları için, en sonunda, birer düşten söz açtıklarını bilmenin de, hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini söyledi.”
(Orhan PAMUK, Kara Kitap, İstanbul, Can Yay. 1993, s. 78-79.)
Pazar, Nisan 18, 2010
fabrika
bursada orman yanında bir fabrikada gece gündüz çalışmanın çook nadir faydalarından biri:
öğlen hafif yağmur çiseliyor, hafif de serin bir esinti oluyor... sigara içmeye çıktığında fevkalade bir toprak kokusuyla karşılaşıp şaşırıyorsun...
o sigara bambaşka bir sigara oluyor tabi.
öğlen hafif yağmur çiseliyor, hafif de serin bir esinti oluyor... sigara içmeye çıktığında fevkalade bir toprak kokusuyla karşılaşıp şaşırıyorsun...
o sigara bambaşka bir sigara oluyor tabi.
Salı, Mart 16, 2010
Hindi Zahra - Beautiful Tango
Yarı Fransız ve Faslı olan Hindi Zahra'yi takdim etmekten gurur duyuyorum. 2010 çıkışlı albümü Handmade yürek okşayan cinsten.
Buyrun, albümün ilk parçası.
Sempatikliğine daha yakından tanık olabildiğimiz için bu vidyoyu da paylaşmak istedim, Soul Kitchen filmiyle bir bağlantısı mı var diye heyecanlandım ama sadece isim benzerliği imiş.
Buyrun, albümün ilk parçası.
Sempatikliğine daha yakından tanık olabildiğimiz için bu vidyoyu da paylaşmak istedim, Soul Kitchen filmiyle bir bağlantısı mı var diye heyecanlandım ama sadece isim benzerliği imiş.
Hindi Zahra - Beautiful Tango | Soul Kitchen Session from Soul Kitchen on Vimeo.
Cumartesi, Şubat 27, 2010
Salı, Şubat 23, 2010
Pazar, Şubat 21, 2010
Türkan Sultan öldü mi? Issız ajun kaldu muii?
Türkan Şoray'ın NTV'deki proğramına iki defa denk geldim, takıldım kaldım, gözlerim doldu, ağlayasım geldi...
Türkan Sultan'ın o tavırları ve akranı konukların reaksiyonları (yaaa yaaa tabiiiii... ahhh ne zordu o zamanlaaaarrr, zamanlaaarr... ne zorluklar ah aman ne zorluklar...) hadi neyse retro bir hava veriyor diyelim... O jenerik müziği girip de slow motion konuk uğurlama sahneleri direk ya Türkan Abla ya da konuk 90ların başında vefat etmiş havası yaratıyor...
Büyük değerlerimiz bunlar, sahip çıkalım.
Hıck. Lütfen bak...
Türkan Sultan'ın o tavırları ve akranı konukların reaksiyonları (yaaa yaaa tabiiiii... ahhh ne zordu o zamanlaaaarrr, zamanlaaarr... ne zorluklar ah aman ne zorluklar...) hadi neyse retro bir hava veriyor diyelim... O jenerik müziği girip de slow motion konuk uğurlama sahneleri direk ya Türkan Abla ya da konuk 90ların başında vefat etmiş havası yaratıyor...
Büyük değerlerimiz bunlar, sahip çıkalım.
Hıck. Lütfen bak...
Pazar, Ocak 24, 2010
bur-sa-lı-sın
Hey sen!
Ekranın başındaki...
Kendine bile itiraf edemediğin bu gerçekle yüzleşmenin vakti gelmedi mi?
İçindeki "bursalı"yı dışarı vur...
Everybody have a "bursalı" inside!
heheyttt sıyırttım iyice...
Ekranın başındaki...
Kendine bile itiraf edemediğin bu gerçekle yüzleşmenin vakti gelmedi mi?
İçindeki "bursalı"yı dışarı vur...
Everybody have a "bursalı" inside!
heheyttt sıyırttım iyice...
Perşembe, Ocak 21, 2010
Beirut - Elephant Gun ♥
Yönetmen: Alma Harel
Koreografi: Joann Jansen
Kostüm Tasarımı: Lauren Tafuri
Makyaj: Kayleen McAdams
Post Prodüksiyon: Ghost Town Media
Salı, Ocak 19, 2010
Bağımsız müzik grubu Pomplamoose
Pomplamoose'a bir göz atmanızı tavsiye ederim.
İnternette ünlü olup Sony, Universal ya da benzeri bir şirketlerin onlara yaptıkları teklifleri reddetmişler. Bağımsız olarak orjinal parçalarını 1 dolara satıyorlar, coverları ise ücretsiz. İki örnek Simon and Garfunkel - Mrs. Robinson ile MJ - Beat It olarak gelsin.
İnternette ünlü olup Sony, Universal ya da benzeri bir şirketlerin onlara yaptıkları teklifleri reddetmişler. Bağımsız olarak orjinal parçalarını 1 dolara satıyorlar, coverları ise ücretsiz. İki örnek Simon and Garfunkel - Mrs. Robinson ile MJ - Beat It olarak gelsin.
Perşembe, Ocak 07, 2010
10 numara 100 numara
Çarşamba, Ocak 06, 2010
Cumartesi, Ocak 02, 2010
Cuma, Aralık 25, 2009
Kimsenin Yazmıyor Oluşu
Kimsenin yazmıyor oluşunu nasıl yorumlamalıyım acaba? Yazım blogu aşağıya mı çekti? Moraller mi bozuldu? Yoksa zaten 'kimse ne yazıyor, ne de okuyor' mu?
İzmir pek keyifsiz.
İzmir pek keyifsiz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)